Yürüyüş Yolu

“Oğlum zorun neydi?”

“…”

“Niçin kırdın camı?”

“…”

“Sana soruyorum!”

“Kırdım.”

“Onu anladık.”

“Neyi anlamadınız?”

Nedendi bu dedektifçe sorgulama? Neydi bunca uzayan? O gün hiçbir şey anlamamıştım. Hoş, şimdi de pek anladığım söylenemez.

Lisede, koridor penceresinin camını kırmıştım. Nedenini, beni bir odaya alıp da sorguya çeken Uzun İbrahim Hoca sorana kadar hiç düşünmemiştim. Düşünmeye başladığımda da sözün ağırlığının vadettiği bir gerekçe bulamıyordum. Gerekçe. Ne hacimli kelime… Benim için her şey, okulda Kısa İbrahim Hoca bulunmamasına rağmen uzun edilmiş bir İbrahim Hoca’nın varlığı kadar tuhaftı.

O sabah biraz daha erken kalkmıştım. Gözlerimde evvelki günün yorgunluğu vardı, fakat uykusuz değildim. Buzdolabının yamacında ekmek peynir atıştırıp her günkü okula, her günkü taşları adımlayarak gidecektim. Yolunda gitmeyen bir şey mi vardı? Sanmıyorum. Belki… Belki o kedi…

Sahile varıp yolun ‘Yürüyüş Yolu’ ismiyle belirlenmiş tarafında yürümeye başladığımda tüy gibi yumuşak bir hava vardı. O yol, sabahın o saatlerinde genellikle sakin olurdu. Koşuya çıkmış birkaç amca, köpek gezdiren teyzeler ve kimi öğrenciler… Çoğuyla bir göz aşinalığımız vardı. Hatta bazılarıyla belli belirsiz bir mimik yardımıyla selamlaşıyorduk.

“Öyle durduk yere, hiçbir sebep yokken gelip kırdın öyle mi?”

“Öyle!”

“Allah Allah! Bela mısın oğlum sen? Söylesene derdin neydi?”

“Ne derdim olacak hocam! Kahvaltı bile ettim.”

Hatırımda kalan şeyler şöyle: Bağcıklarım çözülmüştü, bağlamıştım. “Madem erken çıkmışım yola, niçin aylaklık etmeyeyim ki?” düşüncesiyle, bir ağacın gölgesine konuşlanıp dalgaları seyretmeye başlamıştım. Hafif bir yosun kokusu vardı, dalgaların kıyıya her vuruşunda bu koku değişiyordu. Kokunun rengi olur mu? Var gibiydi. Bir dalga geliyor, maviye çalan yeşil yosun kokusu… Bir dalga daha vuruyor, turuncuya göz kırpıyordu aynı koku. Bir dalga daha, mavi ama çok soluk… O dalga henüz çekilmemişken, yeni bir dalga, tirşe… Lif lif vurmuş kıyıya kimi yosunlar. Epey uzakta bir balıkçı kayığı… Uzun zamandır yağmur yağmamış olacak ki, temiz görünüyordu deniz. Çünkü şöyle esaslı bir Karadeniz yağmuru yağdı mı, irili ufaklı tüm dereler pislikleri toplar, denize boca ederdi.

Deniz, dalgalar ve ben baş başa kalmıştık. Böyle anlarda oynadığım bir oyun vardı: Dalga Takip Oyunu. Dalgaların birine gözlerimi dikip, kıyıya vuran, köpüklenen dalganın çıkardığı sese karışır; sonra o dalganın geri çekilişiyle nasıl bir döngüye girdiğini görmeye çalışırdım. Eee, kafayı takmışım o dalgaya, bırakır mıyım peşini. Derken algım bana bir oyun ederdi, hiç farkına varmadan bir başka dalganın takipçisi oluverirdim. Yeni görev başlardı. Nereye gidiyorsun öyle, dur bakalım! Derken bir başka dalga, bir başka köpükleniş… Coss! Derken bir başkası, bir başkası… Sonra bir başka oyun: Hiçbir dalganın peşine düşmeksizin tek bir nokta belirleyip oraya bakmaya çalışırdım. Bu da imkânsız bir şeydi. O noktayı belirleyebileceğim görüntüde her şey akıp gitmekteydi. Sonra bir başka dalga, sonra bir başka, sonra… Derken dalgalar da yitip giderdi, deniz olurdum. Kıyıya vururdum. Yosunları koparıp koparıp atardım kıyıya. Balıklar gezinirdi gövdemde. Tuzum, sıcak kumlara karışıp ses çıkarırdı. Coss! Kokumu renklere boyardım. Yağmur yağmasın isterdim. Köpüklenirdim. Geri çekilip dağılırdım. Dalga kalmazdı artık. Duyardım denizi.

“Utan utan! Koskoca Nedim Hoca’nın oğlu… Bu yüzden mi yolluyorlar seni okula yavrum?”

“Başka bir şey bilmiyor musunuz hocam siz?”

“Ukala!”

“Nedim Hoca’nın oğlu olarak kırmadım camı.”

“Terbiyesiz!”

Bu oyunun bir benzerini, dolmuşta da oynardım. Bu sefer dalgalara değil, dolmuşun camında bir siyah noktaya takılırdı gözüm. Sonra bir oyundur başlardı: Kayıp Nokta.  Noktaya odaklandığımda arkada geçip giden manzara yavaş yavaş puslanırdı; bu puslu akış içinde bir şey görsem, bu sefer anında o noktayı kaybederdim. Siyah nokta beyazlaşırdı. Eğer noktanın içine girebilirsem arkadan binalar, yeni yapılmış yollar, elektrik direkleri, parasını uzatamayanlar geçerdi, Nedim Hoca’nın oğlu olmak geçerdi. Lise hırkaları, sessiz nefes almalar, çözülen bağcıklarım, beyaz ve çirkin lambalar, birbirimizin bedenlerine bakmıyormuş gibi yapmalar geçerdi. Öndekiler geçerdi, arkadakiler daha yavaş geçerdi. Öncekiler, sonrakilere doğru geçerdi. Ben geçerdim, adım geçerdi. Nihayetinde geçen bir şey de yoktu, her birimiz o nokta olur, birlikte geçerdik. Ama geçerdi. Hepsi geçerdi. Tıpkı ben dalgaların içine girmişken gelip geçenler gibi…

“Bilmiyorum işte. Neyi soruyorsunuz?”

“Velin gelsin yarın.”

“Velimle alakası yok. O kırmadı ki bir şey.”

“O zaman niye kırdığını anlat. Hala inkâr ediyorsun.”

“Ben inkâr etmedim ki! Kırdım.”

“Ama öylesine… Hiçbir şey yokken…”

“Siz niye öğretmen oldunuz?”

“Annem de öğretmendi benim.”

“Onu sormadım ki hocam. Sizi soruyorum. En iyisi, yarın sizin veliniz gelsin.”

Küçük bir kedinin, ayakkabımın çözülmüş bağcıklarına saldırmasıyla irkilmiş, dalga oyunumu bırakıp kediye dönmüştüm. Bunu nasıl anlatırım bilmiyorum. Daha önce gördüğüm, yaşadığım bir şey değildi. Başka kedilere benzemiyordu. Kısa tüylü, sarı bir kedi. Beyaz çizgileri vardı. Bir kulağının ucu sarı, diğeri beyazdı. Sokak tekirlerine kıyasla daha basık bir suratı vardı. Bir iki adım atıp aniden dönmüş, yüzüme bakmıştı. Göz göze gelmiştik. Kaç saniye öylece durmuştuk anımsamıyorum. Kedi, sanki bütün hayatımı biliyor, en gizli taraflarımın farkında gibi bakıyordu. Her şeyin hesabını soracakmış gibi… Hangi her şey? Ne yaptım ki ben? Neden bana öyle bakıyordu?

Kediden korkmuş muydum? Kesinlikle hayır. Hem, öyle saldıracak gibi de bakmamıştı. Kendimden korkmuştum. Kendimden bile değil belki. Korkmuştum işte. Sadece korkmuştum. Yaptıklarımın bilinmesinden korkmuştum. Yapacaklarımı kestirememekten korkmuştum. Benzer bir şeyi, araba kullanmayı öğrenirken de yaşamıştım. Dere kenarından geçerken ellerimin içinde sımsıkı tuttuğum direksiyona, bir anlığına bakıp, çok ufak bir hareketle kendimi dereye sürükleyebileceğimi fark etmiştim. Sürüklenmiş kadar da olmuştum. Bir anlığına aklımdaki her şey yitmişti. Ellerim kalmıştı, parmaklarım kalmıştı sade. Tıpkı bunun gibi, kediyle göz göze geldiğimiz o süre içinde, bedenimi tümüyle kendine doğru çeken, adeta emen bir güç hissetmiştim.

“Nedim Hoca’nın oğlu böyle bir şey yapsın… Yazık!”

“Ruteba Hoca’nın oğlu böyle bir şey yapsın… Pes vallahi!”

“Ben ne yaptım yavrum? Sen kırmadın mı camı?”

“Siz de evlendiniz mesela.”

“Evlenirim, ne var ki bunda.”

“Bir şey yok da, niye evlendiniz?”

“Seviyorum.”

“Evlenmeyi mi?”

Önce koşmaya başlamıştım. Peşimden gelmemişti. Fakat o gözlerin, beni sürekli tepemden izlediği hissinden kurtulamıyordum. İçime girmişti, kanıma sızmıştı bir kere. O andan sonra başka bir şeye odaklanamazdım. O gün aldığım derslere dair pek bir şey hatırlamıyorum. İlk iki ders bazı fonksiyonların bazılarına benzemediği, sonraki iki ders birtakım altıgenler çizerek molekülleri temsil edebileceğimiz öğretilmişti. Serçe parmaklarımızda kurşun kalem morlukları… Hoca bir şey sormazsa rahattım. Ne de olsa kaşlarımdaki ince oyunculuk, dersi dinlediğime dair bir yanılsama yaratıyordu. Bu yeterliydi. Bir de tahtaya yazılanları şehvetle not aldım mı, tamamdı.

 Öğle tatiline kadar o gözleri düşünmekten başka bir şey yapmamış gibiydim. Camdan dışarı baksam, o kediyi görecekmişim gibi geliyordu. O histen de ayrıca korkuyordum. Yalnızca teneffüslerde, normal görünme ve sağlıklı iletişim kurma zorunluluğu mesaim başladığı için yer yer unutuyordum o gözleri.

“Burcu gelmemiş mi bugün, görmedim hiç?”

“Ne bileyim, görmedim.”

“Neyse ya, radyoaktivite anlatacakmış bugün Güçlü Hoca, gidecek miyiz?”

“Biliyoruz ki biz radyoaktivite.”

“Bok biliyoruz! Çöz şunu!”

“C mi?”

“Nah C!”

“Gidelim, teneffüste kaçarız sarmazsa… Nasıl C değil ya?”

“C, C! Nasıl çözdün?”

Öğle tatiline girdiğimizde, korku, yerini açlığa bırakmıştı. Samimiyetsiz bir merasimle hoca sınıftan çıktıktan sonra, yemekhane sırasına koşuşturanlar önde, görece daha aylak olanlar arkada olmak üzere sınıf boşalmaya başlamıştı. Kedinin bakışı günümün ortasına bağdaş kurmuştu, onca çabama rağmen kıpırdamıyordu sahiplendiği yerden. Sınırsız bir derinlik vardı o gözlerde, düşmemek elde değildi. Ancak bu kedi gerçekten davetsiz misafirdi. Hiç sırası değildi. Sırasız kedi. Üzerimdeki beklentiler, çeşitli disiplinlerde, en azından sınav kapsamı kadar ezber yapmamı, ayık olmamı, zamanı iyi değerlendirmemi, serseri olmamamı, hayatımdaki bazı şeyleri gelecek kaygısıyla ertelememi, bunları çok da kafaya takmamamı ve her şeye rağmen çok normal günler yaşıyormuşum gibi davranmamı öğütlüyordu. Fakat kedi öyle demiyordu. Ölüm fikri gibiydi. Ölüm ansızın gelirdi. Ölmek için şahit de gerekmezdi. Ölünürdü. O kadardı.

“Nasıl bilirdiniz?”

“Normaldi rahmetli. Bunlar da uğraşamadığı ilgi alanları. Bunları da gömersiniz bi’ zahmet!”

Evet, kedinin anımsattığı şeylerden biri de ölümdü. Öldüğümüz anda tüm beklentilerin, eklentilerin, etiketlerin, kazanımların, bakışların, susuşların, sinir mesailerinin havada asılı kalmasıydı. Çizginin geçildiği o anda ayağın bir boşluğa, bir zeminsizliğe çıkmasıydı. Altımdaki minderin çekilmesiydi. O hiçlik hissiyle sınav veriyordu başım, beynim, gözlerim… O zamana kadar bir şeyler biriktiren iğreti hayatımı tanıyamayacak hale gelmiştim. Bir gidişat, ani bir kesintiye uğramıştı. “Git artık gözümün önünden. N’olur git!” Ali geliyor, toparlanayım.

“Neyin var?”

“Hayır.”

“İyi misin?”

“İyiyim, iyiyim.”

“Gelsene, bi’ şeyler yiyelim.”

“Biraz uykum var gibi. Siz gidin. Gelirim belki sonradan.”

“Burcu’yu gördün mü hiç?”

“I ıh!”

Sırama kapaklanarak uyumaya çalışmıştım. Nafile. Düzenim altüst olmuştu. Sınıfta benim gibi uyuyan biri daha vardı. “Acaba onu da bir kedinin bakışı mı bu hale getirmişti?” Saçmaladığımı fark ederek hemen camdan okul manzaralarını seyretmeye koyulmuştum. Basketbol sahasının olduğu yere hocalar arabalarını park ettiğinden basketbol oynanmıyordu. Futbol oynanan bahçede ise bir maç kurulmuş, bağırarak küfrederek top oynuyordu karışık lisenin erkek sesleri. Sırtları terli, suratları kırmızı… Emre, “Gel, kaleye geçersin.” sözleriyle kandırılmış olacak, heyecansızca kale bekçiliği yapıyordu. Ne olacak yani, top gelirse uzaklaştırmaya çalışacaktı. Tam onu incelerken, kamelya tarafında, bir şey dikkatimi çekti. Buyurun bakalım! O kedi! Kıçının üstüne oturmuş, aynı şekilde bana bakıyordu. Kamelyada oturan kızın, patisinin önüne silgi atmasına da aldırış etmedi. Daha fazla bakamadım, aynı şey olmuştu. İçime işleyen bu bakış nefes almamı bile zorlaştırıyordu. Öğretmen kürsüsüne oturup, düşünmeye çalıştım.

“Sınıf defterini de yırtmışsın.”

“Evet.”

“Oğlum o resmî evrak, manyadın mı sen?”

“Tarih kitabı yırttım bi’ de.”

“Millî Eğitim’in verdiği?”

“Evet, ‘müfettiş gelirse’ kitaplarından.”

“Ondan bi’ şey olmaz da, sınıf defteri çok kötü.”

“Ben de telaşlandım şimdi hocam, siz öyle deyince.”

Bir telaşla sınıfın kapısını kapatmıştım. Sanki kedi yukarı çıkacak da kavga edeceğiz. Böyle bir korku değildi aslında o an duyduğum. Fakat o an sağlıklı bir biçimde tahlil edemiyordum yaşadığımı. Camdan tekrar baktığımda kedinin aynı yerde olmadığını fark etmiştim. Yoktu. Hemen aşağı inmiştim. “Saçmalama! Salak olma! Ayık ol!” diye kendime telkinde bulunuyordum.

Hademe, nöbetçi öğrenci kulübesine tünemişti. Onun “Müdür ve müdür ekürisine iletilecek bir dedikodu var mı acaba?”  bakışlarından sıyrılıp ön bahçeye çıkarken, arkamdan bağırdığını işitmiştim. “Ayakkabını bağla, düşecen! Duyuyon mu beni?” Maç devam ediyor, tansiyon yükseliyordu. “Abi niye atmıyo’sun, kaçtım işte boşa!”

“Emre!”

“He!”

“Burdaki kedi nereye gitti?”

“Ne kedisi ya!”

“Sarı gibi de, böyle çizgili çizgili.”

“Görmedim abi ben kedi medi!”

“Burdaydı az evvel, kamelyaya yakın. Şurda oturuyordu.”

“Cenk, tutsana şu adamı!”

Okulun her yerini dolaşmıştım. Boşuna. Yoktu kedi. Aslında her yer kedi kaynıyordu da, ben o kediyi arıyordum. O sahildeki kediyi. Bakışsız bir kediyi. Bakış falan değildi o. Başka şeydi. Yemekhanenin arka kapısı kedi doluydu. Oraya bile bakmıştım. Zaman geçtikçe aklımı yitirdiğime kanaat getirip aramayı bırakmıştım. Hem, bulup ne yapacaktım sanki? “Merhaba, neredesiniz siz? Saatlerdir sizi arıyorum!” Tutup da bana cevap verirse, hepten çıldırmaz mıydım? Kedi bahsini hızla kapatıp, açlığın bağır çağır kendini belli edişiyle kantinin yolunu tutmuştum. “Ayık ol! Ayık olsana!”

“Olgun Abi, bi’ tost yapar mısın, karışık!”

“Kedi medi, homur homur geçtin az evvel, iyi misin?”

“İyiyim aslında da, bi’ kedi var abi.”

“Büssürü kedi var. Karışıktı değil mi?”

“Karışıktı abi.”

Bir şeyler atıştırdığım vakit, kedi ve bakışları hatırımdan çıkmıştı. Sınıfa doğru yol almışken, ne olduysa o sırada oldu işte. Koridordaki pencerenin önünden geçerken, aniden sabahki kediyi anımsadım. Unutmuş olduğumu anımsadım. Bütün zorunluluklarımı anımsadım. Selamlaşmaları, dalgaları, Ali’nin Burcu’yu sormasını, Emre’nin kaleye geçmesini, günü dolduran olağanlıkları anımsadım. Yavaş yavaş küçüldüğümü, yok olmaya başladığımı hissettim. Birdenbire, tüm vücuduma yayılan, gittikçe ivmelenen bir hatırlayıştı bu. Nasıl olduysa, elimdeki gazoz şişesini fırlatıverdim. Hatırlıyorum. Cam kırılırken, camdaki yansımam dağılırken, sesler çoğalırken hiçbir şey hissetmiyordum. Aklımı kurcalayan tek soru vardı: Bir cam, tek şişeyle, nasıl bu kadar parçaya ayrılabilirdi? Paramparça olmuştu. Sahildeki dalganın çıkardığına benzer bir ses gelmişti göğsümden. Cosss! Ama rahatlamamıştım. Bu ses, beni bir huzura kavuşturmamıştı.

Edebiyat öğretmeninin “Oku!” diye buyurduğu kitaplardan, biyolojiyi ezberleyememekten, yan sınıftaki gürbüz okul ağasından, öğretmenler odasından, mimarî yapının dümdüzlüğünden, okula yapılan bağışlardan, dedikodulardan, vıcık ilişkilerden, öğretmenlerin siyasî açılımlarından gına gelmişti. Bunu kabul edebilirim. Bir kedi, tüm düzenimi alt üst etmişti belki. Buna da eyvallah. Ama benim, cam kırıklarından, kediyi ya da öğretmenler odasını sorumlu tutmam saçmaydı. Ben kırmıştım. Cam kırılmıştı. Hatta düzenimin bozuluşunu bile kediye yüklemem çok yersizdi. Ben bozmuştum işte. Gün gibi meydandaydı her şey. Kedi, sadece bakmıştı.

Kırılan cam parçaları hareketini bitirdiğinde, gürültüye doğru merakla koşan öğrenciler, nöbetçi öğretmen ve Hademe İlyas Abi, koridorda yerlerini almıştı. Aslını sorarsanız, hepsi de iyiliğimi istiyordu. Öğrenciler korkulu, öğretmenler kızgın, İlyas Abi üzgündü. Sonrası malumunuz. Apar topar kotarılmış bir okul polisliği… Bunları bir bahane göstermek için anlatmıyorum. Söylemek istediğim şu kadar basit: Gayet normal bir gündü.

Herkes, yaptığı yapacağı her şeyi bir nedene bağlamışçasına sorguya çekiyordu beni. “Kedi yüzünden kırdım.” diyerek ucuz bir konfor sağlayabilirdim. Kötü günler geçirdiğimi ve bunu da bir sokak kedisine bağladığımı düşünürlerdi. Okulun rehberlik öğretmenine de psikanalizcilik oynama fırsatı doğardı. “Emre’yi kaleci yapmışlardı”, “Herkes evleniyordu.” Fakat kazın ayağı öyle değildi. Bugün, düşününce, şu sözlerden ötesini söyleyemem: Yolun kenarında ısırganlar bitmişti, bir kedi yaşıyordu ve dalgalar birbirine karışmaya devam ediyordu.

“Niye kırdın be evladım? Vallahi bi’ şey yapmayacağım. Söyle!”

“Bağcıklarım çözülmüştü.”