İbrahim Halil Akdağ
Kitabın ilk cümlesiyle dipsiz bir kuyunun içine çekildiğimi fark etmiştim.”kurêmin, dinya siya darekê ye” 1
Kitabı kapatıp, içine gireceğim o sonsuz karanlıktan gerisin geriye kaçmak istedim bir an. Kaçıp kurtulabilirdim gerçeklerden. Görmeyebilirdim, duymayabilirdim belki. Korkuyordum çünkü göreceklerimden ve duyacaklarımdan. Daha görmemiş ve duymamış olmama rağmen kuyunun dibinden yükselen o hiç bir kokuya benzetemediğim kokuyu almıştım artık. Yazılmış olan okunmalıydı. İnilmesi gereken bir kuyudaydım artık. Geriye dönmek bu kokuyu aldıktan sonra hiç bir şeyi değiştirmeyecekti. Bu koku bir ömür sinmişti artık üzerime. Bir daha başladığım yere asla dönmeyecekmişim gibi bir hisle kuyunun zifiri karanlığına, o kokunun geldiği noktaya doğru inmeye başladım.
Her cümle sarsıyordu beni, cümlelerdeki her sözcük. “parçalanmış uykularımın vatanı olan yatağım” ı çoktan gerimde bırakmıştım. Ve artık nerede olduğumu bile bilmiyordum. Kaç adım attığımı ne kadar aşağılara indiğimi bilmiyordum.
İlk ses:
“Mişrita”2 doldu kulaklarıma.”Mişrita” diye tekrarladım bu sesi ben de. Geldiğim yerin adı olmalı diye düşündüm.
İkinci ses:
“Geceleri sokaklarında gece adamlarının dolaştığı, pınarlarında cinlerin büyük ateşler yakıp yıkandığı, derelerinde cadıların oynaştığı ve ölülerin her gece mezarlarından kalkıp ortalıkta dolaştığı bir yer dedi Mişrita”. O zaman vücudumun her noktası ürperdi. Dalından rüzgârın koparamadığı ama acımasızca salladığı bir yaprak gibiydim. Bağlandığım noktaya sabitlenmiş ama tepetaklak olmuş bir yaprak. Bütün bildiklerim, doğrularım, yanlışlarım birbirine karışmıştı. Küçücük bir köydeydim. Ama bir çocuğunda dünyaya sığmayan büyüklükteki kalbindeydim.
Üçüncü ses:
Allah bizi affetsin! Allah bizi affetsin! sesi doldu kulaklarıma bu kez. Bu Hasan’ın sesiydi. Ölmeden önce bu kadar içten bir af neden dilenir. Ne yapmıştı bu Hasan? Neler yaşamıştı diye düşündüm. Kuyu beni karanlığına acımasızca hapsetmiş, ruhum bir lastik gibi çekiliyordu. Kitabın, bu dipsiz karanlık kuyunun çıkardığı ses; günahın, sonsuz bir pişmanlığın atardamarına götürecek beni diye tir tir titredi bedenim. Daha kuyunun başlarında çürümüş cesetlerin kokusu yükseliyordu. Sonra bir ev ve evin önünde ki koca bir dut ağacı görür gibi oldum o karanlıkta. Binlerce umudu gölgesinde büyütmüş, o yaşlı ,dalları kırılmış, beli bükülmüş ağaç her şeye rağmen dik durmaya çalışan ve dik duruşunda bütün bir geçmişini ayakta tutmaya çalışan asil bir insana benziyordu. Görmüş geçirmiş ve şimdiki durumunun farkında ama bunu bir türlü kabullenmediğini okudum yapraklarından. Dut ağacının altında yaşlı bir annenin bademleri kabuklarından ayırdığını görür gibi oldum sonra. İç içe geçmiş ve bir olmuş iki tarihi birbirinden ayırmaya benziyordu bu durum. Bademi kabuğundan neden ayırırdı insan?
Dördüncü ses:
“Bize okulda Kürtçe konuşursak kırmızı kart veriyor öğretmen. Ceza olarak da 2 tavuk yumurtası getirmemiz gerekiyor.” diyordu. Bildiğin bir dili bir kez kullanmanın cezasıydı bu. Seçmediğin topraklarda, seçmediğin bir dilin cezasıydı. Yazgı böyle bir şey olmalıydı. Olmalı mıydı? Bir kimliğin devamı olan Rüstem, okula Yakup olarak başlamak zorunda kalacaktı. Yakup ve Rüstem arasında özünde bir fark görmeyecekti babası. Rüstem mi yaşıyordu, Yakup mu? Yoksa ikisi de yok muydular gerçekte? Cevaplanması zor sorulardı bunlar. Orda büyümek, orda doğmak her şeyden de zordu zaten. Varla yok arası bir kimlikti onların yaşayışları. Siste kaybolup, sisin ardından yeniden görünen her şeye benzetebilirdik onları. Rüstem büyürken birdenbire Yakup olmuştu. Ölen Yakup ise birden Rüstem’in bedeninde büyümeye başlamıştı.
Beşinci ses:
Köyde jandarmalar vardı. Ermeni piçi olacak olan kayıp oğlun nerede diye soruyorlardı. Kime, ne için bilemiyordum. Tek duyduğum buydu. “Komutanım vallahi bilmiyorum!” diye bir karşı ses duydum. Bu ses bütün bir çaresizliğin sesiydi. İnsanın inandığı tüm değerlerin hiçe sayıldığı. İnsanın bir sinek kadar değeri olmadığını insana kabul ettirmeye çalışmaktı. Sesler birbirine karıştı sonra. Çocuk sesleri girdi araya. İnsanı insanlığından utandıran sesler.
Altıncı ses:
yara! ben derisi yüzülmüş bir yarayım.
Aram. Hala seviyorum onu. Kalbimde hala onun aşkı, gözlerimde hala onun gözleri var diyordu. Bu kalpten, kalbin en derininden çıkan sesti. Kuyudaki en derin sesti belki. Ses kalbimin derinliklerine bir tığla ince ince işlendi. Kuyunun başı kayboldu sanki. Zaman anlamını yitirdi o an. Kimdim, neydim? Ne zamandan beri buradaydım? Her şeyi unutmuştum bu sesle. Almast benim adım. Bir gün Hatice oldum. Müslüman olmuştum. Almast dahil her şey öldürüldükten sonra, Hatice yaşıyordu.
Hatice bile “Qizafıla! Qizagawira!” (Gavur kızı) diye bir ömür suçlanacaktı. Aşağılanmaya çalışılacaktı.
Yedinci ses:
“Köyüme gömülmek istiyorum. Son isteğim bu diyordu.” Almast’ın sesiydi bu.
Köyünden uzaklarda öldüğünü anladım. Gözlerini kapatmıştı artık. Seslerden görüntüler görmeye başlamıştım. Başka biriydim artık. Belki de ölülere karışmıştım da öldüğümün farkına varamamıştım.
Sekizinci ses:
Köy diye bir yer kalmadı. Her taraf mayınlı. Unut köyü! diye bağırıyordu. Bu ses kuyunun her noktasında yankılandı. Öyle yüksekti ki. Yumruklarımı sıktım. Tutabilsem yumruklarımla parçalanacaktı o ses. O kadar korkunç ve acımasızcaydı ki. İnsanın doğduğu yere dönemeyeceğini emreden bir ses. Kuyunun her noktasında çaresizlik, acımasızlık ve cesetlere işlemiş sonsuz bir sessizlik vardı.
Yanan ormanlar, yakılmış evler, toprağın üzerinde yatan çürümüş ölü bedenler. Her şey vardı bu kuyuda. Kuyunun karanlığı kör etmişti gözlerimi. Sonsuz bir karanlıktı. Bütün karanlıkları içine alan bir karanlıktaydı kuyu. Ne geri dönecek gücüm vardı artık, ne de kuyunun görünen bir dibi .Bir karanlığın ortasında öylece kalakalmıştım.
Son ses:
Pepuk kuşu ötüyordu bir yerlerden. Duyduğum tek canlı sesi buydu. Bütün acılar o seste birleşmiş o kuşun yüreğinden çıkıp gagasından süzülüyordu sanki.
Cennetin Kayıp Toprakları
İlk baskısı Eylül 2012’de yayımlanan daha sonra Kawa Nemir çevirisiyle Kürtçe olarak da yayımlanan “Cennetin Kayıp Toprakları” bu topraklarda yaşanan acıları ve ölümleri tüm hücrelerinizde hissettiriyor. Gerçek aşkı, gerçek inancı yaşatıyor. Ölürken dirildiğinizi, dirilirken öldüğünüzü görüyorsunuz. Ve kitabı okurken ne kadar suçlu olduğumuza tanıklık ediyoruz. Belki de cennet Almast ve Aram’ın yüreğinin sonsuz güzelliğindeydi. O gün bugündür her güzellik bu yüzden kayıp. Ve de Cennetin toprakları…
1.”Oğlum,dünya bir ağaç gölgesidir”
2.Yer adı