Torosların Hayalperver Keçisi Ne Söylüyor

Fehmi Marankos

Genç kızlar, sararan çayırlar, beyaz beyaz bulutlarla ilgili düşünceler kafamın içinde uçuşuyor. Cırcır böcekleri kurumuş otların içinden trampet korosu gibi durmadan cırlıyor. Bütün organlarım gayet serbest ve rahat. Ayakkabımın içinde parmaklarım kımıldıyor.

Hızlı hızlı yürüyoruz. Yanımda iki de adam var. Toroslar’ın yüksekçe bir dağının eteğindeyiz. Yanımdaki emekli öğretmenin ziyafet keçisi, Devrent’teki evinden kaçmış da onu aramaya çıktık. Onlar kaçan keçinin derdinde, benimse umurum değil. Varsın kaçsın! Özgürlük düşkünü bir keçi bu, besbelli. Çayırlık denilen yirmi hektarlık otlaktan kaçıyor da, kayaların arasından ardıç ağaçlarının fışkırdığı Sarınç Dağı’na tırmanıyor. Akıbetini, kendisinin neyi beklediğini biliyor olsa gerek. Korkuyla kaçmış bu yüzden.

Eğimli çayırlara değil de dağa kaçmasının nedeni, orası atalarının yurdu olduğundan. Orada koşabilir, kayadan kayaya zıplayabilir, sırdaş çalılıkların ardına saklanabilir. Ömrü boyunca çitlerle çevrili bir çoban evinde yaşadıysa da yüzlerce kuşak önceki atalarının ne hissettiğini biliyor, kanı, zihni onu dağlara çağırıyor. Orada saklanabileceğini söylüyor. Ne kadar kaçarsa kaçsın, bizim emekli öğretmenin elinde savaştan kalma bir Alman dürbünü, gözleriyle sürekli onu takip ediyor. Keçiye verdiği paradan söz edip duruyor. Eli oldukça sıkı. Onu yakalayacağından kuşkusu yok.

Bizi keçinin yanına götürecek yolu o gösteriyor. Sürekli komut veriyor. Bir komutan vakurluğu var. Bir öğretmen değil de albay emeklisi sanki. Albay Chateubriand! Koşuyoruz. Ama neye? Benim umurum değil ki. ben dağlara, ardıçlara, karaçamlara bakıyorum. Dün okuduğum Hamsun romanından çıkamadım henüz. Norveç’in doruklarındayım! Sürekli hayal kuruyorum. İnger ile dere kenarında buluşan hat işçisiyim; İnger kollarımda sanki, sıkıyorum onu, “dur”, diyor, “yavaş ol koca oğlan, canımı acıtıyorsun.”, Gülüyor sonra, eve yollanıyor, yarın yine görüşeceğiz…

Hem ben, kaçsın istiyorum keçi. Mademki özgürlüğün düşünü kuruyor, varsın kaçsın! Doruklarda, vahşice yaşasın. Binlerce yıl önceki, âdemoğlundan da önceki atalarının hissettiği her şeyi hissetsin. Bir kayanın başında gün batımını seyretsin Mohikanlar gibi, bir eczacının varlığından bihaber olduğu şifalı bir ottan yesin, sağlam yapılı geyiklerle, dağ keçileriyle çiftleşsin, gürbüz çocukları olsun. Onlara özgürlüğü, doruklarda yaşamayı, ister padişah, ister çoban saltanatı altında yaşamamayı, başkaldırmayı öğretsin.

Ben bunları düşünürken bizim albay sesleniyor: “şu kayanın etrafını sardık mıydı, tamam!”. Kayanın etrafını çeviriyoruz, sinirlerim gergin. Düşten uyandım. Bahsedilen yere varınca keçiyi görebiliyorum. Beyaz yeleli atlar gibi yelesi var. Grimm Kardeşler’in masallarından fırlayıp gelmiş sanki. Sağlam bacakları, dik bir başı var. Belli, gururlu. Bizi görünce hiç kıpırdamıyor. Buckingham Sarayı’nın önündeki aslan heykelleri kadar sakin. Onlar kadar ihtiyatlı, ihtişamlı. Kayanın başında dururken Keçi Ayaklı İlah Pan’a benzetiyorum onu. Bir an büyüsüne kapılıyorum. İki ayağının üzerine doğrulacak, bize flütünden üfleyecek, sonra uçarcasına uzaklaşacak…

İçimi bir garip duygu sarıyor. Bu keçi, diyorum kendi kendime, ne Buckingham Sarayı’ndaki aslanlardan birisi, ne de Keçi Ayaklı İlah Pan! Bu özgürlük düşü kuran bir keçi yalnızca! Çarktan bir dişliydi düne kadar. Seçilmiş bir kurban, bir yazgının varlığı! Ama o buna karşı geldi. Ölümü haksızlık saydı. Kanının onu çağırdığı yere koştu. Toroslara! Bir zaman Dadaloğlu kaçmıştı bu dağlara, bir zaman Osmanlının baskısından kaçan özgürlük düşkünleri, boyunduruğa girmeyenler, boynuna saban demiri taktırmayanlar! Bu keçinin onlardan bir ayrımı yok. Bir keçinin, bir kaplumbağanın, bir insanın özgürlüğü yahut esareti arasında hiçbir ayrım yok!

İşte, bu keçi de kaçmış. Yaşamak isteyerek, bir düş kurarak, bir gelecek hayal ederek…

Şimdi etrafını çevirmiş, onu tutmak, bu düşten alıkoymak niyetindeyiz. Sahip olduğu tek şeyi de ondan esirgeyeceğiz. Albay, “vuralım”, diyor, “kaçamaz!”. Karşı çıkıyorum. “Tutabiliriz,” diyorum, “vurmayalım!” Yaklaşıyoruz. Düş ülkesinin alanı daralıyor. Keçi gayet sakin. Bir düşündüğü var. Bir şeyin sonu mu, bir serüvenin, bir aldanmanın? Üzülüyorum. Kaçsın, uzaklaşsın istiyorum. Üzerine atıldığımız an karşı kayaya sıçrıyor boşluktan korkmayarak. Çizmeli kedinin çizmelerini giymiş de ondan böyle uzunca atlayabiliyor sanki. Kayaya çarpan toynaklarının sesi birbirini izliyor. Sesler uzaklaşıyor. Sonra duyulmaz oluyor.

Peşinden gitsek de, izini kaybediyoruz. O şimdi mesut, kaçmaktadır. İçim hoşnut! Yalnız yanımdaki adamlar homurdanıyorlar, “vurmalıydık”, diyorlar yan yan bakarak.

Sonra albay koşar adım düzlüğe iniyor. Yakalayamayacağını anlıyor. Sovyet motoruna atlayıp, bize dönerek: “çobanı getirelim”, diyor, “onu tanır da gelir belki.”

İçimde şiirsel bir coşku! Yaşam savaşını kazanmış bir varlığa duyulan sonsuz saadet dileği. Sarınç Dağı’na bakıyorum. Her yer ardıç, karaçam, huş. Bir manzara, bir tablo… Şimdi o dağda her şeyden uzakta minicik bir yürek coşkuyla çarpmaktadır. Zaferinin sevinciyle atmaktadır. Boyun eğmediği, karşı geldiği için yazgısına gururludur. O, yaşamak isteğiyle doludur. Hayatla, zamanla… Şimdi çamlardaki reçine kokusunu duymakta, biraz rahatlamakta, sürüsünü düşünmektedir. Hepsi kaçabilse keşke, diye geçirmektedir içinden. Hepsinin özgür, başıboş, ataları gibi yaşayacaklarını düşlemektedir. Bunun mümkün olmadığını bile bile, kendini kandırmaya çalışarak, buna inanarak… Yine de içinde bir hüzün vuku bulmaktadır. Sürüsünden uzakta, bir başına. Doruklarda! Yalnız başına edinilen, sahip olunan bir mutluluğu yadırgamıştı bir şair, keçi de yalnız başına kazandığı, edindiği bu özgürlüğü yadırgıyor, üzünç duyuyordur.

Sovyet motorunun sesi duyuluyor önce, ardından toprak yoldan yükselen tozlar fark ediliyor. Çoban motordan iniyor. Gayet mutlu. O motora binmiştir. Yol boyu bir hayale dalmıştır. Bunun avuntusuyla yüzü oldukça güleç. “Sürünün en coşkulusu, en ayrı gezeni, insan gibi düşüneni buydu”, diyor. “Seslenirsem gelir elbet, güvenir bana. Tanır sesimi.”

Yüksek bir kayaya çıkıyoruz. Etrafı seyrediyoruz. Çoban sesleniyor: “ho hoo…” Tüm gün çarmıhtaki İsa kadar sessiz olan, sanki bir dili olduğunu unutmuş olan keçi karşılık veriyor. Sesin geldiği yöne bakınca keçi fark ediliyor. Sevimli, kendine güvenen, bir çocuk kadar neşeli, çobanın yanına koşuyor. Kayadan kayaya atlıyor. Önemsemiyor düşmeyi. O şimdi mutludur. Bir şekerlemeyle ağzında, babacığının yanına koşmaktadır. Çobanını bir baba gibi seviyor. O çoban ki, üç yıldır sabahları yemini veriyor, suyunu önüne katıyor, ikindileri onu çayırda gezdiriyor, akşam oluncaya kadar dışarıda kalmasına izin veriyor. Tüm gün onlara göz kulak oluyor, biri kaybolacak, şaşıracak olsun koşuyor, onu sürüye katıyor, kıçına da bir şaplak atıyor. Akşamları ağıla sokuyor hepsini. “Kızlarım,” diyor, “iyi geceler.” Sonra karanlık ağıldaki keçiler rüyalarında bugünü hatırlarına getiriyor, yedikleri otları, gezdikleri kayalıkları, su içtikleri dereyi, duydukları sesleri görüyor. Çobanları da başlarında. Oracığa oturmuş, ağzında bir ot parçasıyla onlara bakıyor. Hepsi hallerinden mesut.

Beyaz yeleli keçi çobanının yanına giderken bunları düşünüyor. Tüm gün yoruldu.  Korkusundan hiçbir şey yemedi, su da içemedi. Şimdi çobanıyla evine gidecek, karnını doyuracak, sonra mesut, rahat uyuyacaktır. O bunu düşlemekte, bunun sevinciyle koşmakta babasına.

Babasının yanında sabahtan bu zamana kendisini kovalayan, yakalamaya çalışan adam duruyor. Hem sürekli gülüyor. Çobana bir şeyler fısıldıyor sonra. Çobanı da her zamanki sözü yineliyor. “Gel kuzucuk!..” Keçi bunda bir iş var diye düşünüp birkaç adım geriliyor. Albay tüfeğine davranıyor. Keçi çalılığın arkasında yitmek üzereyken silah patlıyor. Çehov’un bir öyküsü hatırıma geliyor. Ama bu bir öykü değil, yaşamın, vahşetin ta kendisi.

Keçinin yanına koşuyoruz. Bir kaz kadar özenle koruduğu beyaz tüylerinden kırmızı bir çizgi ayağına doğru akıyor. Bir kan nehri arka bacaklarının üstünden kayaya akıyor. Bir bacağı da kırılmış. O ana kadar şaşkınlıkdan susmuş olacak ki bir hırıltı koyuyor. Sonra ırkından ayrı, kurbağa gibi sesler çıkarıyor. Büyümüş gözleri çobanına, babasına bakıyor. İri gözlerinden çenesine yaşlar yuvarlanıyor. Vurulduğu, yakalandığı, ölmek üzere olduğu için akmıyor bu yaşlar, güvendiği, sevdiği, her gün, her zaman yanında bildiği bir kimsenin ihanetinin, yalanının, kandırmasının üzüntüsü, acısı…

Gözleri kıpkırmızı, karnı yırtık içinde, dizleri sakatlanmış. Hırıltılı sesler çıkarıyor. Ben ise onun böğürdüğünü sanıyorum. Her bir çığlığı, gümbürtü gibi geliyor. Bir direniş, bir savaş. Ağzını tutmak, toprak doldurmak geliyor içimden. Delireceğim yoksa. Yaşama tutunmanın kıyısında bir şey yapamamak. Kahroluyorum. Dakikalar geçiyor. Beyaz yeleli, zavallı, çaresiz, güveni sarsılmış, inancı yitmiş bu keçiye bakmaya cesaretim yok.  Sinirlerim gergin. Bir başka tarafa bakıyor, bekliyor, bekliyorum. Neyi? Bir ölümü, bir acının, bir ıstırabın sona ermesini.

Hırıltılar devam ediyor. Kulaklarımı kapıyorum, ama sonra hemen çekiyorum parmaklarımı. Neyden saklıyorum kendimi, hangi gerçekten kaçırmaya çalışıyorum? Karşımdaki beden kımıldanıyor. Elimde olmadan o yana bakıyorum. Şimdi bakışlarımı bir türlü ondan ayıramıyorum. Ağzının çevresinde bir gülümseme titremekte sanki. Bir acı gerçek. Ona reva görülen bir yazgı. Gözleri çobanından ayrılmış. Karşıdaki ardıç ağacına bakıyor. Bir zaman beslendiği, şimdi yırtılmış karnını doyurduğu ağaç ne de güzel görünüyor. Söz, bir daha gelirse dünyaya bir yaprağını bile dişlemeyecek. Bir damla daha akıyor. Son bir acı gerçek. Keçilerin hayal kuramayacağını anlıyor.

Ölmüş, diyorum kendi kendime, ölmüş olması lazım. Bu hırıltılar da bedeninden geliyor, bir şey hissettiği yok. Ama hayır, baş doğrulmaya çabalıyor, hırıltılar bir an artıyor, baş sonra yine sola düşüyor. Kendisini vuran adama bakıyor. Ona kızmıyor. Kendisini yemek için sabırsızlanan, ölümünden hiçbir üzüntü duymayan, milyonlarcasından biri o. Şu ya da bu, farkı yok. Çarkın bir dişlisi yalnızca.

Bakışlarında çılgınca bir anlam var. Bir canlı ne de ağır ölüyor! Hayatta kalması için pek çok şey verirdim. Burada durup onun ölümünü, mücadelesini, savaşını seyretmek ne güç. Sessizlik iniltilerinden, daha da dayanılmaz geliyor. Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden, ama karşı koyuyorum. Ona doğru eğilip bir an soluğumu tutuyor, özgürlük düşü kuran bu varlığın gözlerini saygıyla kapıyorum. Zayıflığıma, hiçbir şekilde onları ikna edemememe içerlenip oradan kaçıyorum. Gözler peşimi bırakmıyor. Yazgının bir aynası sanki. Bu gözler hayatta olduğum sürece, ölümden önceki korkunç serüvenin tablosu olarak, ruhumdaki yerinden hiç inmeyecek.