Tablodaki Arya

Yılların yüzüne kazıdığı çizgileri, ne yapsa kapatamayacağını bilmenin tedirginliği üzerindeydi. Cep telefonunun kamerasını açarak ekranını yüzüne doğrulttu. Kuğu bile bu kadar beyaz değil, dedi kendine. Yanaklarına çimdik atarak hafifçe pembeleştirdi onları.

Uzaklardan süzülerek gelen uzun beyaz arabayı gördü. Çantasından çıkardığı ilana son kez baktı. Paris’te iki gün bir gece. Hayallerinizi gerçekleştiriyoruz. Tüm masraflar bizden. Başvuru ve ayrıntılar için lütfen bizimle irtibata geçiniz. Son Dilek Vakfı. Şenol Egemen. Tel: 0212 249 50 76.

Limuzin önünde durdu. “Hadi kızım başlıyoruz,” dedi kendine. İçeriden lacivert smokinli bir adam çıkarak, arabanın diğer tarafına geçti. Önünde durduğu üç kapıdan ortadakini kibarca açtı. Yüzünde meraklı ama yapmacık görünen bir ifadeyle “Günaydın efendim,” dedi, belli belirsiz gülümseyerek. Derinden gelen sesi uykuluydu. “Nasılsınız?” sorusunu öylesine sorduğu her hâlinden belliydi. Ben işimi sevmiyorum demenin başka bir ifadesi olduğunu hissettiriyordu müşterisine.

Nasıl olabilirim, dercesine şoföre baktı. Elindekileri çantasına koyarken düşürecekti neredeyse. Titriyordu. “Günaydın,” demesi, sırf karşılık vermek içindi. Gelinliğinden bozma tuvaletine açtırdığı derin yırtmaçtan yardım alarak kaldırdı ayağını. Adımını atarken sendeledi. Şoförün elinden destek almasa düşebilirdi. Karla kaplı dağın eteklerindeki karanlık dipsiz vadinin içinde iki koldan akan bembeyaz nehirlerdi bacakları. Görünmeleriyle kaybolmaları bir oldu.

Camların rengindeki siyah deri koltuğa bıraktı kendini. İçeride yalnız olmadığını fark ettiğinde hemen topladı eteğini. Vakfı hatırladı. Uygun adaylar arasından seçtiği kavalyesini… Önemsemediğinden değil, aklından çıkmıştı işte. Ne yapacağını şaşırdı. Elleri titreyerek çantasından mentollü nane şekerini çıkarıp attı ağzına. Kaçamak bakışları yabancının gözlerine değince onu, eskiden beri tanıdığı hissine kapıldı. Yol arkadaşının bakışlarını üzerinden çekmek istedi. Mini buzdolabının üstündeki su ısıtıcısı imdadına yetişti. Uzanıp düğmesine…

Yüzünde hissettiği sıcaklık, tahmin ettiği görüntüyü verdi mi, diye merak etti. Eğer öyleyse daha ilk andan rezil olduğunun resmiydi. Özür dilemek geçti içinden. Utandığını belli etmemek için size önce kendimi tanıtmalıydım sözleriyle başlayacağı konuşma şoförün, “Verilen programda değişiklik yok, değil mi efendim?” sorusuyla düşüncede kaldı. Programa uyma talimatı verdi, mekanik bir sesle. Beyaz limuzin, Caruso’nun hoparlörlerden gelen bir asırlık hüzünlü tenor sesi eşliğinde kımıldadı yavaşça. Bir kuğunun sırtında oldukları, her şey dururken suyun üstünde sadece onların hareket etiği hissine kapıldı.

Su ısıtıcısının düğmesi yukarı attığında, ışığı söndü. Elini boynuna götürdü adam. Boğazını sıkan yakasını işaret parmağıyla öne doğru esnetmek istedi. Kiralık siyah smokin üzerinde emanet gibi duruyordu. Papyonu çekiştirerek düzelttiğini sandı zavallı. “Çay ister misiniz?” sorusu geldi karşıdan. Gülümsedi. “Şekersiz lütfen. Artık tanışalım isterseniz. Ali,” diyerek elini uzattı. Kadın, adını üzerine basarak söyledi. “Ada ben.” Elleri ortada buluştu. Beklenen bu ilk temas, beklenmedik şekilde uzun süre havada asılı kaldı. Yabancı bir his parmak uçlarından bedenine yayıldığında, elini ilk Ada çekti.

Farklı hayatların aynı yolda buluşturduğu iki yabancı, yol boyunca kendi camından dışarıyı seyretti. Demirden külçe gibiydi aralarına düşen sessizlik. Üç buçuk saatlik uçak yolculuğunda da düştüğü yerde kaldı. Bu sürede Ada, kanatları kırılmış süs kuğusu olarak geçirdiği boş hayatı tekrar yaşadı kafasında. Zenginlikle var olacağıma, sanatla yok olmayı tercih ederdim, dedi içinden. Vakıf yetkililerinden gizli kalmasını istediği dileğini düşündü sonra.

Paris’e indiklerinde, havaalanının kapısında bekleyen limuzin, plakası dışında sabahkiyle aynıydı. Orta kapıyı açan şoförün lacivert smokini bile. Adamın yüzünde zoraki bir gülümseme. “Bienvenue madame et monsieur,” dedi. Yapmacık merakına soğukluğunu da ekleyerek sordu. “Comment allez-vous?” Ciddi görünümlü şoföre, aynı ciddiyette karşılık verdi Ada. “Bonjour, merci.” Kibarca uzatılan eli tuttu. Ayağını kaldırırken derin yırtmacın arasında iki koldan akan süt köpüğü nehirler görünüp kayboldu yine. Camların rengindeki siyah deri koltuğa attı kendini. Sabahki tedirginliği, yerini sabırsızlığa bırakmıştı. Yerleştikten sonra eteğini toplamadı bu kez.

Karşısına geçip oturan Ali’ye, nefesinin düzene girmesini beklemeden sordu. “Bilin bakalım akşam neredeyiz?” Parlak taşlı çantasından iki bilet çıkarıp havada salladı. “Palais Garnier’de.” Giderek hızlanan konuşmasını İtalyan aksanıyla sürdürdü. “Donizetti’nin L’elisir d’amore Operası. Duymuş muydunuz?” Karşısındakinin başını sallamasıyla sesi titreyerek devam etti. “En sevdiğim parçalardan Una Furtiva Lagrima’yı orada, operayı seven biriyle canlı dinlemeyi hep istemişimdir. Oyunun şımarık, duygularına söz dinletemeyen zengin kadın kahramanı Adina’ya benzetirim kendimi.” Nefeslendikten sonra mırıldanmaya başladı romantik aryayı. “Un solo instante i palpiti / del suo bel cor sentir! / I miei sospir, confondere / per poco a’ suoi sospir! / I palpiti, i palpiti sentir / confondere i miei coi suoi sospir…”

Şarkı bittiğinde derin bir sessizlik kaldı geriye. Ada’nın, “Ama ondan önce, bir sanatçının rehberliğinde gezmek istediğim yere gideceğiz,” sözleri duyuldu. “Oradan sonra da sizin gitmek istediğiniz yere gideriz. Gerçi oraya niye gitmek istediğinizi bilmiyorum ama o da bana sürpriz olsun. İlgi alanlarımızın birbirine bu kadar yakın olması ne tesadüf değil mi? Vakıf iyi iş çıkardı vallahi,” diyerek kahkahayı patlattı ardından. Karşılık beklemeden başını çevirip camdan dışarı bakmaya başladı.

Beyaz limuzin, geçmişin tüm ihtişamıyla yerden sessizce yükselen tarihi şatonun önünde durdu. Ali, önden inip kibarca elini uzattı. Artık birbirini tanıyan eller ayrılmadı, o andan itibaren. Ada girdikleri binayı evinin içi gibi bildiğini, rahat tavırlarıyla uçarcasına hareket ederek gösteriyordu. Buraya daha önce geldiğini… Ali’yi çeke çeke peşinden sürükleyerek resim galerisine götürdü.

Her tablonun önünde duruyor, ressamıyla sanatını konuşup tartışıyorlardı. Empresyonist resimlerden birine geldiklerinde, daha uzun süre durdular önünde. Ali’nin bildiği tablo, bu kez ona tuhaf göründü. Nedeni, resimdeki beyaz kuğunun değişmeye, Ada’ya benzemeye başlamasıydı. Üstelik bir an gülümsediğini bile gördü. Gözlerini kapayıp açtığında da… Evet, evet gülümsemeye devam ediyordu. Ciddileşti sonra. Göğsünü şişirdi. Kırmızımsı gagasını açıp şarkı söylemeye başladı. Giderek yükselen romantik tınılar, etraftaki kuru kalabalığın sesini bastırıyordu.

Ali, duyduğu sesi ve melodisinden aryayı tanıdı. Yalnız tek farkla… Şimdi her şeyi kendi dilinde anlıyordu. Tuhaftı. Gözlerini kapayıp hüzünlü şarkıya kulak verdi. “Yalnızca bir an kalp atışlarını / duymak onun güzel kalbinin! / Bir an onunkilerle karıştırmak / benim iç çekişlerimi! / Duymak, duymak kalp atışlarını / onunkilerle karıştırmak benimkileri…”

Gözlerini açmasıyla kendini tekrar kalabalığın ortasında buldu. Yalnız Ada’nın eli, avucunun içinde değildi. Nereye gittiğini düşünürken ter bastı. İçini üşüten soğuk rüzgârların ruhunun boş tünellerinde estiğini hissetti yine. Titremeye başladı. Emektar saatine baktı telaşla. Bir saat geriye almadığını hatırlayınca rahatladı. Oyunun başlama vaktini keşke sorsaydım neyse öğrenirim şimdi, arabaya geri dönmüş olmalı, diyerek fikir yürüttü.

Dışarı çıktı. Soğuk bir gülümsemeyle karşılandı, limuzinin açılan kapısının önünde. Ne olursa olsun değişmeyen yüz ifadesiyle “Hoş geldiniz,” dedi şoför. “Ressamlar Tepesi’ne değil mi efendim?” Söylenenleri anlamış olmasına şaşırarak başıyla onayladı.

Arabaya adımını atarken tedirgindi. Ada’nın içeride olmadığı hissine kapıldı.