‘Yatağın altı, o tozlu yer bizim için cennetti. Kurtarılmış bir yere varıyorduk sanki oradan geçip. Dışarıda ne olursa olsun, kimi zaman şehvetle kimi zaman aylakça birbirimizi sevmeyi sürdürüyorduk.’
(Tozlu Cennet, s 20)
Türkçe edebiyatta Lgbti bireyleri konu edinen pek çok eser olmasına rağmen, eserlerini queer teori ekseninde okuyabileceğimiz yazar sayısı ne yazık ki sınırlıdır. Bu yazarlar arasında Murathan Mungan, Pelin Buzluk, Deniz Gezgin, Sema Kaygusuz, Yalçın Tosun, Gamze Arslan, Banu Özyürek, Sezgin Kaymaz, Melisa Kesmez, Pınar Öğünç ve Belma Fırat’ı hatırlayabiliriz. Bir eserin queer teori ekseninde okunabilmesi için öncelikle queer teoriden ne beklenildiğinin ortaya konulması gerekir. Böylelikle konu edinmekle teoriye dahil olmak arasındaki fark belirginleşebilir.
Annamarie Jagose, Queer Teori adlı kitabında queer’e şöyle bir genişleme alanı çizer. Genişleme alanı diyorum çünkü queer günümüzde de devinim halinde olmaya, sınırlarını sınırsızlık üzerinden kurgulamaya devam ediyor. “Queerin etkileri sınırlı algılanmamalı; cinsel alanda aydınlanmanın; kavramsal, sistematik, yapısalcı, normatif, ilerlemeci, özgürleştirici, devrimsel ve hatta sosyal bir değişim ile post-modern bir kabul ve aynı zamanda reddediş olarak düşünülmelidir.” Jagose aynı eserde Lacan’ın kimlik tanımlamasını da yorumlayarak şöyle bir sonuca varır: “Öznellik kişinin sahip olması gereken temel özelliklerden biri değil kişinin içinde olan bir şeydir. Bu durumda kimlik, diğerleri ile ve diğerlerinin karşısında bir tanımlanma durumudur. Devamlı süren, her zaman tamamlanmamış, sahip olunan bir özellikten ziyade süreç olarak.” Bu noktada Deleuze’un varlığı oluş olarak ele alışının doğruluğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Oluş bir halden öteki hale geçişin çoklu ve karmaşık durumunu ifade eder. Bu ifade ediş insan rollerinin ve cinsiyetlerinin toplumsal normlarla biçimlendirilemeyeceğini de ortaya koyar. Zira aksi insan özgürlüğüne, varlığın süregelen oluşuna apaçık müdahale olur! Judith Butler, Bela Bedenler’de yer alan Kritik Queer adlı makalesinde queer’i bir mücadele, devinim ve etkileşim alanı olarak tanımlar ve sürekliliğine vurgu yapar: “Queer müşterek bir mücadele sahası, bir dizi tarihsel düşüncenin ve gelecek tahayyülünün başlangıç noktası olacaksa, şimdiki zamanda asla tamamıyla sahip olunamayan ama her zaman yeniden tertiplenebilen, bükülebilen, çarpıtılabilen, bir önceki kullanımından, acil ve genişleyen siyasal amaçlar doğrultusunda, queer’leştirilebilen olarak kalmak zorundadır.” Dil ile performativitenin birleşmesi ile ulaşılabilecek bir gelecek tahayyülünde queer teori içerisinde konumlandırılacak eserlerin bu bilinçle kurgulanması; yazarların yeni toplum inşalarının ancak üstlenilmekten korkulmayan yıkıcılıkla gerçekleşebileceğini biliyor olması gerekmektedir.
Kendini hissettiği kimlikle veya cinsel yönelimle topluma rağmen var eden, görünür olan her birey için queer imkandan söz etmek mümkündür. Bu düşüncenin kendi içindeki açılımlarından biri ‘kabul’dür: İnsanlar birbirinden farklıdır. Farklılıklar ise bir toplumun renkli bütününü oluşturan, sürekliliği ve devinimi sağlayan vazgeçilmez yapı taşlarıdır. Özgürlüğünün, arzularının, çoğulluğunun bilincinde olmayan veya bu bilincin gereğini yapmayan kişiler için queer imkandan bahsetmek mümkün değildir. Keza aynı devinimi, oluşu, alternatif yaşantıyı ve dili kullanmayan eserler için de bu imkandan bahsetmek mümkün değildir. Ne bireylerin, ne de toplumların kurbana ihtiyacı vardır! Lgbti bireylerin veya özgürlüğü herhangi bir sebepten ötürü hayatından çıkarılan kişilerin heteronormatif yapı karşısında katlanmak zorunda kalacağı uyumlanma, şiddetten başka bir şey değildir!
Pelin Buzluk’un 2016 yılında yayımlanan ve Nisan 2021 itibarı ile 6. baskısına ulaşan, 63. Sait Faik Hikaye ödülü sahibi En Eski Yüz adlı öykü kitabında yer alan ‘Tozlu Cennet’ öyküsü, yukarıda sezdirmeye çalıştığım iki yaşantıyı ve sonuçlarını okura hissettirmekte, finalinde önerdiği yaşantı ile arzuyu, özgürlüğü, oluşu parlatmakta ve queer teoriye dahil olmaktadır. Kitabın ikinci öyküsü olan ‘Tozlu Cennet’ alışageldiğimiz bir formda yazılmıştır: mektup. Tercih edilen bu form, öykü kişisi S’nin samimiyetini ve yaşamın sahiciliğini tüm çıplaklığıyla okura yansıtmayı başarmaktadır. Öyküde üç kişiyle tanışıyoruz. Mektubu yazan S, mektubu yazdığı kocası Yıldırım, kocasının ikizi hem S’nin hem de Yıldırım’ın diğer yarısı Yıldız. Ortak bir geçmişe sahip olan bu üç öykü kişisi çocukluklarında aileleri aracılığı ile tanışıyor ve yakınlaşıyor. Üç kişi üzerinden okura iki farklı yaşantı sunan ve kısa öyküye dahil edebileceğimiz ‘Tozlu Cennet’, imkansızı ve mümkünü ortaya koyarak, okurun belleğini beklenen anlardan koparıp mümkünlerin kıyısına savuruyor!
S, çocukluk/ilk gençlik yıllarında Yıldırım ve Yıldız’la hem onların evinde hem de aynı okulda keyifli, bölünmez zamanlar yaşıyor. Çocukluğun sınır tanımaz özgürlüğü ile başlayan keşif onu Yıldız’la yakınlaştırıyor. Kendi bedenlerini birbirlerinin elleriyle keşfettikleri ve ellerini birer dil olarak tanımladıkları, birlikte uyudukları, duş aldıkları, el ele dolaştıkları, seviştikleri eşcinsel iki sevgili, çocukluktaki ilk imkan! Yaşadıkları şeyi tanımlamayı dahi düşünmeyen, o şeyin sınırsızlığında büyülü zamanlar geçiren S ve Yıldız, bir gün Yıldırım’ın uyarısı ile gerçek dünyaya uyanır, diğer bir deyişle imkansıza! Normların dünyayı salt kadın ve erkek üzerinden konumlandırdığı, sadece heteronormatif ilişkiye onay veren, çocukluğun özgürlüğünü bertaraf eden sözde bir gerçeklik! Arzu ile yeniden yapılandırılacak olan bir imkan. S’nin ‘şeyler gibi görünmemek adına’ Yıldırım’a sarf ettiği Yıldız’la olan ilişkisini, cinsel yönelimini yalanlayan sözler aslında, ailesinin ve toplumun beklentilerine cevap vermeyi tercih eden S’ye aittir. Lgbti bireyleri konu edinen anlatılarda sıklıkla karşılaştığımız kurban kişiye. Heteronormatif düzenin S’yi konumlandırmak istediği yer Yıldız’dan çok Yıldırım’ın yanıdır. Yıldırım’ın kadın yanına aşık olan S, böylesi bir ıska ile hayatını Yıldırım’la birleştirir. Yıldırım’ın bedeninde Yıldız’la sevişir. Onu özler, onu düşler. Ailenin ve toplumun S’yi ittiği tekil, arzularından yoksun beden ilk kırılmasını yıllar sonra Yıldız ile karşılaşınca yaşar. S bu karşılaşmanın ardından arzularını yeniden keşfeder, bedeninin çoğulluğunu, sınırsızlığını, aşık olduğu kişinin Yıldız oluşunu. Yıldız içindeyken ona ‘hamile’ olduğunu söyler S. Queer imkan tam da burada tüm sınırsızlığı ile görünür olmaya başlar. Yıldız S’yi tüm varlığı, giriftliği, oluşuyla yaşamaya hazırdır. Topluma, bebeğe, Yıldırım’a rağmen yeni bir yaşam inşasına soyunurlar. S, Yıldırım’a yazdığı mektubu bu imkanla bitirir. ‘Evimizin kapısı sana hep açık, bebek en fazla üçümüzün…’ S’nin -Yıldız gibi- eşcinsel oluşuyla bütünleşmesi, bedenine ve ruhuna sınırlar çizen normlara baş kaldırması, çocuğunun üç ebeveyninin olduğu gerçeğini kocasına dile getirmesi ve hayatını yeniden kurgulaması, bedenlerin birbirlerini etkilediğinin ve birbirlerinden etkilendiğinin göstergesidir. Deleuzyen tabirle arzularının peşinden giden bedenler yersiz yurtsuzlaşır, yepyeni ilişkilere girer, kısıtlayan yapılar kategoriler ve etiketlerden arınırlar, özgürleşirler, tıpkı S ve Yıldız gibi.
S’nin gözünden okuduğumuz öyküde aileyi ve toplumu temsil eden Yıldırım’ın eril düşünce ile şekillendiğini anlarız. Toplumun beklentilerine cevap vermeye en baştan hazır bir erkek vardır karşımızda. Toplumun yönlendirmesiyle hayatını inşa edeceğini öykünün daha başındayken kavrarız. Çevreye göre, S’nin Yıldız’a karşı olan çekiminin altında yatan kaygan gerçek Yıldırım’dır. Arkadaşlar ve ailelerin uyguladığı gizli heteronormatif baskı Yıldız’ı bu üçlü ilişkinin dışına atar, Yıldırım’ı S’ye doğru iter. Zeminin kayganlığı ilk başlarda normatif yaşantının lehinedir. S’nin Yıldırım’la yaşadığı, içi Yıldız’la doldurulmuş sahte aile kurgusu bu kaygan zemine direnç gösteremez. Çünkü S’nin ve Yıldız’ın taşıdığı queer potansiyel heteronormativiteyi yapısöküme uğratır. Onlar birer kurban olmayı reddeden eşcinsel iki kadındır. Adım attıkları yer bedenlerinin ve ruhlarının yeniden inşa ettiği ‘sonsuz mümkünler’ olarak adlandırdıkları, heteronormatif matrisin değiştirmeye gücünün yetmeyeceği, üç kişinin aynı çatı altında yaşayıp bebeklerini büyütebilecekleri çoğul bir dünyadır!
Kendini kadın yazar değil de yazar olarak konumlandıran Pelin Buzluk hayata kimliklerden, sıfatlardan uzak sınırsız bir yerden bakıyor. Yaşam pratiğinde ve öykülerinde yine toplumun yarattığı kurban/mağdur rolüne izin vermeyen yazarın öncelediği ‘kendi olmak’ kavramı onu ve yazdıklarını queer teoriye dahil ediyor. Yarattığı ‘Tozlu Cennet’, yıkılması gereken normatif şiddeti tüm sahiciliği ile ortaya koyarken, kendi olmayı başaran öykü kişileri ile dünyaya gelmesi muhtemel çocuğu en başından sınırsız, özgür bir yapılanmaya çağırıyor.
Referans:
-Buzluk Pelin, En Eski Yüz, İletişim, 2016
-Jagose Annamarie, Queer Teori, Kaos GL, 2015
-Butler Judith, Bela Bedenler, Pinhan, 2014
-Direk Zeynep, Cinsel Farkın İnşası, Metis, 2017
–http://repository.bilkent.edu.tr/bitstream/handle/11693/33507/10157038.pdf?sequence=1&isAllowed=y
-Tiftik Sevcan, Türkiye’deki Türkçe Edebiyattan Okuma Önerileri