Pay Kuponu

Nihat Altun

Hesabına bu kadar parayı kim yollamıştı? Neyin karşılığıydı? Düşünüp taşındı Ali fakat bulamadı bir cevap. Yoklamaya karar verdi hafızasının kabuklu çökeltisini.
Her şey yığın yığın, tozlu ve katbekat. Şimdinin boynunda geçmişin ağır tasması… Bir tek ayakkabı numarası değişimi son buluyordu bir yaştan sonra. Hiçbir şey olduğu gibi kalmamış, kat ettiği   kimi düz, kimi eğimli  yolların mesafesi nasıl artmıştı. Yılların zulasındaki anıların söveleri tozlanmış,  buğulanmış neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu.

Lavuarı ve limanı  kuşbakışı gören iki katlı bahçeli evlerinden başladı. Kara taş taşıyan vagonları lokomotifin  buharlı nefesinden yükselen ıslığını duyunca  güllü perdelerle örtülen pencerelere koşup kara taş vagonlarını saydığı apak günleri, konu komşunun geniş bahçelerinde toplandığı şen şakrak geceleri hatırladı.  Santral memuresi babaannesi eli bol ve akıllı bir kadındı. Onun sofrasında yemeyen içmeyen kimse kalmamıştı civarda. Hükümet gibiydi yani. Sözünün kıymeti bilinirdi. Seveni de çoktu sayanı da.

Sonra annesi, babası,  teyzeleri derken som bir kederle tutuştu yüreği. Koskoca eve sığamayan aile bireyleri tespih taneleri gibi dağılmıştı. Kimi başka âleme kimi başka memleketlere göçüp gitmişti. Çoluk çocuk sesleriyle yankılanan eşikleri, tepsi tepsi börek kokusuyla dolan geniş mutfağı olan o güzelim evin yerinde yeller esiyordu şimdi.  Yedi katlı, yirmi iki daireli biçimsiz bir bina kondurulmuştu arsasına. Binayı yapan müteahhit kendisine ve diğer hissedarlara birer daire vermişti en kötüsünden. Yol kotunun altında kalan ve hiçbir yer görmeyen. Her kafadan bir ses çıkınca ve  sözler aynı testiye girmeyince dağılma başlamıştı. En son bütün malzemeleri katırlarla taşınan binbir emekle yapılan ailenin belleği cumbalı ev kalmıştı. Ona da kaç yıl önce nasıl pervasızca kıymışlardı. Uğultulu tepenin en güzel evi, şehrin kalbinde olan biteni gözlemek için bulunmaz bir konumdaydı.
Paramparça edilen anılar, evin enkazıyla  birlikte olmadık bir yere götürülüp boşaltılmıştı. Babaannenin yokluğunda ailenin damarları birer birer kopmuştu işte.
Herkes kendi derdine düşmüştü bir anda. Kimi yolundaki taşları temizleyerek yürümüş bir baltaya sap olmuş kimi dikiş tutturamamıştı herhangi bir yerde.
İlk yıllar babaannenin yüzü suyu hürmetine epey bir kıymetleri bilinmişti. O neslin son çınarları da devrilince yolunmuş kaz gibi kalmışlardı toplumda.
Artık gölgesinde caka satacakları ne  bir babaanneleri ne de ailenin diğer kelli felli insanları…
Dikey bir iniş gerçekleştirmişlerdi hep birlikte. Oysa babaanne zamanında öyle miydi? Sıkı bir kaya gibiydiler şehirde. Onu yerinden oynatacak kimsenin haddine değildi.
Eee! Büyükler, ne oldum dememeli ne olacağım demeli, sözünü boşuna hatırlatma gereği duymamışlardı.

Kara taş işçisi Ali, çocukluğun o güzel, rengârenk günlerini düşündükçe yüreği sızlardı. Nihayetinde çocukluk insanın gerçek memleketi olarak kalırdı her daim.
Şıngır şıngır eden o zamandan ruhunu kaybetmiş  yalnızlık sarmaşığına gark olan bu zamana düşmek eza veriyordu.

Ailenin diğer fertlerinin aksine o, geçmişini özlemle anıyor, arıyordu. Ancak o tatları,  renkleri bulmanın mümkünü yoktu. Gidenler yürek bulvarında birer saydam boşluktan ibaretti. Kendini bildim bileli gecesi gündüzü birbirine karıştığı için zihnide epey bulanıktı Ali’nin. Şunun şurasında emekliliğine ne kaldı ki?
Artık her defasında yüreğini avucuna alıp o kafese binmek zordu. Kaba hesapla, yerin yedi kat dibinde ineceği  bir iki yılı ya vardı ya yoktu.
Şehrin altını üstüne getirmek için uğraş dur, nereye kadar sürer bu karbonifer çığlığa kulak kesilmek.
Pekâlâ, alışırdı gözler, apak bir gündüzden zifiri bir karanlığa hapsolan günübirlik mesaisine. “Ne kazanırsam helalinden olsun,” der. Kaçan fırsatların arkasından ah vah etmezdi.
Yazgısına razıydı kara taş işçisi Ali. Kaç yıldır bedenine musallat olan pnömokonyuzu , yer altından çıkardığı rezervden kazandığının kefareti sayardı. Müessesenin meslek hastalığından ötürü tazminatını ödeyip onu işten çıkardığına sitem etmezdi. Ona göre herkes, kendi cenahından  biraz haklı sayılırdı. Yarım ciğerli bir işçiye hangi hekim tam teşekküllü sağlık raporu verirdi ki? Maden işçileri, belli periyotlarla kendilerinden istenen raporları çalıştıkları yere vermek zorundaydılar. İki yıl önce TTK’ye müdür yardımcısı olarak atanan eniştesi de ona yardımcı olmayınca umudunu müesseseden tamamen kesip özel bir şirketin işlettiği kara taş ocağında çalışmaya başlamıştı. Rapor işini  bir şekilde olur bir kulpa bağlamışlardı.
Zaten özele şirketler işçi alırken  menfaatleri neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Yasaymış, yönetmelikmiş, kuralmış. Bunlar fasa fiso…

İlkyaz, pusarık yüzlü günler doğururken şehrin karaltısına, hesap numarasına gelen paranın peşine düşmüştü Ali. Koskoca geçmişi sayfa sayfa yoklaması da bundan ötürüydü. Aybaşını zar zor getiren çoğunlukla eksi bakiyeden, kredi kartlarından harcama yapardı. Kıyıda, köşede duran birikmişi de yoktu.

Bir yanlışlık olmalıydı? Başkasının parası resen hesabına geçmiş olabilirdi. Şeytan dürter, derler ya. Aklına türlü türlü düşünceler geliyordu. Hiç ses etmesem mi acaba? Paranın sahibi çıkarsa zaten banka çağırır beni. Çıkmazsa?.. Yaşamı boyunca harama el sürmemişti ancak bu hususta işkilli bir haldeydi. Babaannesinin terbiyesiyle büyümüş bir çocuktu. Katiyen bu taraklarda bezi olmazdı. Ancak yaşamın en ince uzvuna bile sirayet etmiş ağır ekonomik kriz, en olmaz denileni de yaptırırdı insana. Akıl bir tarafa  yürek diğer tarafa çekince ipi, afallama başlıyordu. Bu parayla her ay asgari limiti ödeyebildiği kredi kartlarının tüm borcunu silebilirdi mesela.
Gönül rahatlığıyla alışveriş yapabilirdi. Çoluk çocuğu, akşam yemekleri için iyi mekânlara götürebilirdi. Bitişik kasabadaki pavyonda felekten geceler yaşayabilirdi.
Dünya kadar sual ve seçenek döneniyordu zihninde.  Hepsinin de cevabı  eğri büğrü ve  sakıncalı… Bu kararsızlık hengâmesinde bir hafta kaldı. Hesabına gelen para bir anda buhar olup gitseydi belki rahatlardı. Hesabını, günaşırı kontrol ediyor, eli bir türlü varmıyordu o parayı bankamatikten çekmeye. Maaşa daha çok vardı. Birkaç iki yüzlük banknot cüzdanının derisini sıcaklaştırırdı. İki kıyı arasında gidip geliyordu bir tarafa kıracaktı zincirini sonunda. Ev ahalisine de açmamıştı konuyu.
           

Bu gidişle, hiç kimseye belli etmeden parayı çekip güzel güzel harcayacaktı. Ya da paranın bir kuruşuna bile  tenezzül etmeyecek, bankadaki  müşteri  temsilcisine uğrayıp kaynağını öğrenecekti birinci ağızdan. Bu zihin bulanıklığıyla yaşamak zordu çünkü.
Gelen para, onu suça teşvik edecek bir cellat gibi önünde duruyordu. “Yapacaksın, beni çekeceksin. Ne önemi var nereden geldiğim, kimin olduğum. Harcayacaksın beni kuruşu kuruşuna” sözlerini duyar gibiydi. Para konuşuyordu onunla. Tavrı da öyle yumuşak  değildi. Kulağında paranın emrivaki gürültüsü… Yoksa gerçeği saptırmak için yol mu yapıyordu kendisine? Sesi ve dili olmayan bir nesneye bütün cürmü yüklemek ne kadar ahlakiydi?

Beş parasızken ki halini düşündü. Huzurlu muydu? Tabi ki değildi. Hesabında birkaç tomar olunca nasıldı? Gene huzursuzluk… Varlığı bir dert yokluğu bir dertti. Bu kâğıt parçasından ötürü başını huzurla yastığa  koymayacaktı anlaşılan.
Yorgun argın eve geldiği bir akşamın som uykusunda  nicedir rüyalarına girmeyen  babaannesiyle karşılaştı. Kendisi, rüyada kâh çocuktu kâh yetişkindi. Fakat babaannesi aynıydı. Çocuk  başını, yumuşak  dizlerine koyduğu hali…
Anaçtı, tontondu, elleri ve saçları kınalı… Çiğ mavi gözleri, biçimli yüzü nur gibi ışıldıyor,
bütün renklerin doğal güzelliği sesinde büyüyordu.  Ona hürmetini belli eden birçok insan yüzü vardı ortalıkta. Ne var ki çoğu artık yaşamıyordu.
Geçmiş zamanın birçok karesinden peyderpey yeniden geçiyordu sanki. Yer, şu an koca bir betonun ve demirin çakılı durduğu iki katlı, bahçeli evdi. Dut ağacındaki salıncak, çıkrıklı kuyu, komşu bahçeye sarkan erik ağacı, kokulu asmanın dolandığı kameriyenin altındaki geniş meşe masa, bahçenin her yerinden fırlayan çocuk sevinçleri ve serçe nakaratları…
Zamanın olağanüstü bir hızla aktığı bu ‘düş’ te uyanık gibiydi. Yaşadığım düş ise ne işim var bu odada? Bu oda bal gibi de benim şu anki evimin yatak odası, yanı başımda karım uyuyor horul horul. Hatırlıyorum. İnsan yeni bir mekânın içinde  eski zamanı yaşar mı?
Ne işi var etrafımda dolanan bu ölülerin? Yoksa öldüm mü bu gece? Kendini oynatmaya yeltendi, milim kıpırdamadı bedeni. Fakat nasırlı elleri, kırk iki numara ayakları ve kulakları tıpatıp aynı. Çocuk muyum, hiç büyümedim mi yoksa? İşte kanıtı; babaannem saçlarımı okşuyor, fal döken şifalı sağ eli karışlıyor sol kolunu. Parmak ucundan dirseğe üç karış, geriye doğru üç karış daha. İki elin parmakları atbaşı değil. Sol elin parmakları azıcık kısa kaldı. Önem arz etmez. Ufukta şer ve olumsuzluk görünmüyor. ? Babaannesinin “Kalbini bozma, eğrilik sana iyi gelmez.” sözleri odanın duvarlarını sıyırıp geçmişti adeta.
Zihni açık oynuyor taşlarını galiba. Gerçek ile düş bir arada hâsıl olur mu hiç? der demez kendine geldi Ali. Sırtı, boynu, göğsü ter damlıyordu. Uyandı, hakikaten canlıydı. Ölümün ellerinden kurtulmuştu ancak hala rotasındaydı. Tövbe tövbe, gecenin bu vaktinde  bu da neydi? Yatağından doğrulup kalktı, mutfağa geçip bir bardak su içti. Yorgunluğu katmerleşmişti uykudayken. Fakat zihni ve yüreği bir düşüncede ortaklaşmıştı. Buna sevindi. Yüreğinin orta boşluğunda ve zihninin kıvrımlarında gezinen karmaşa silinmiş görünüyordu. “Oh be! ” dedi içinden , “Günler sonra hafifledim. Başlarım parasına da puluna da. Alnı secdeli, güzel babaannem beni bu eziyetten  kurtardın. Toprağın incitmesin seni. Sözüm olsun Yarın ilk işim, bankadaki müşteri temsilcime uğramaktır. ” Şehrin  karıncalanan ayaklarına aldırmadan derin bir uykunun perdesini çekti gözlerine. Kımıldayan ne varsa dışarının sakilliğinde kaldı.

Sabah güneşinin ipiltili ışığı sızınca pencereden uyandı. Yanında karısı yoktu. Mutfakta takur tukur sesleri geldiğine göre kahvaltı hazırlıyor olmalıydı çocuklara. Talebe servisi ilk önce  onların sokağına uğrardı. Her bir talebeyi farklı bir sokağın kuytusunda toplamak kolay değildi. Mektebe yetiştirmek için erkenden yola düşmek lazımdı. Hafiflemiş hisseti kendini. Birkaç gündür yüreğine çöken ağırlık, babaannesinin ‘düş’üne gelmesiyle son bulmuştu. Her şeyi ayan beyan ortaya koyacaktı bugün. Paranın dik âlâsı da olsa vazgeçecekti ondan. “Eğrilik  sana iyi gelmez” sözünü harfiyen yerine getirecekti. Bankayı gidip paranın izini sürecekti. Geçmişi sırtlamak çok ağır bir yüktü. Bazı demler unutulmalıydı En iyisi bu. Sürekli devinen bir hafıza huzursuzluk yaratırdı. Fazla oyalanmadan mutfağa geçti. Karısı çocukların masanın altına düşürdüğü kırıntıları toplamakla meşguldü. Penceresi istinat duvarına bakan mutfağın kenarları küf tutan tavanını kızarmış ekmek kokusu sarmıştı. Temizlik hastası karısı, gece gündüz demeden bir yerleri silerdi. Gene de bu neme çözüm bulunmuyordu. Yeterince güneş almayan bu  yetmiş metrekarelik iki artı bir daireyi satıp küçük bir  tapulu müstakil ev alabilmeyi ne çok istiyordu. Civarı kolaçan ediyordu fakat kafasına yatan ve bütçelerine uygun bir ev bulmak zordu.

Suntalam malzemeden yapılmış demonte masanın altına sürülmüş sandalyelerden birini oturmak için çekince iç gıcıklayıcı bir sürtünme sesiyle doldu mutfak.
Karısı hoşnutsuz bir sesle, “Sandalyenin ayaklarını kontrol et, kırık olana oturma.” dedi.
Karısına cevap verme gereği duymadan sandalyenin ayağını kontrol etti. Evet, arka ayağı sallananı çekmişti. Otursa devriliverecekti. Karısının bu iyi niyetli uyarısına başta gizli bir kızgınlık duysa da hemen ona hak vermekte gecikmedi.
” Kurumsal yapı marketlerde satılan mobilyalar çürük çarık oluyor hanım,” cümlesini demekten alamadı kendini.
“Ne olacak ucuz etin yahnisi…” dedi karısı.
“Haklısın, eskiden işçilik vardı mobilyalarda. Şimdi , Mdf   veya iyi ağaçtan yapılanların fiyatları da çok yüksek. Ama olsun önümüzdeki maaştan artanımız olursa Marangoz Şevki’den mutfak dolabımıza uygun bir masa dört sandalye yaptıracağım.” Dirseklerini dayayıp oturduğu masayı hafifçe dürtükledi. Masa sağa sola gidip geldi. Eğilip bağlantı noktalarını kontrol etti.
” Bunun da miniks  cıvataları gevşemiş yuvalarında. Kırılmış olanlar da vardır muhakkak. Bankadan dönünce hallederim, “dedi.
” Hayrola bey, bankadan ne işin var? ” diye sordu karısı.
Ali duraksadı bir anda.” Söylesem mi acaba? Yoksa işin ayrıntılarını öğrendikten sonra mı konuyu açsam? İki düşünce arasında zihni çalkalandı bir vakit. Nasıl olsa ayyuka çıkacak diyerek sır gibi sakladığı kaynağı belirsiz parayı karısına anlatmaya karar verdi.
” Demli bir çay doldur bana  hanım!” deyip söze başladı. Karısı elektrikli çay makinesinin düğmesine basıp dolaptan bir bardak alırken kulağı kocasındaydı.
“Bir hafta önce hesabıma bir miktar para yattı,” dedi ve ekledi “fakat bu paranın nereden geldiğini çözemedim. Herhangi bir alacağımız yoktu kimseden.”
Karısı, “Çektin mi parayı?” diye sordu.
“Hayır, hiç dokunmadım ne olur ne olmaz.”
“Ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Bankayla görüşmeye gideceğim paranın izini sürmek için”
“İyi edersin. Peki, çok mu?”
“Yüklü bir meblağ sayılır.”

“Haram para bize iyi gelmez” derdi büyükanne. “Kim bilir kimin parasıdır. Yanlışlıkla aktarıldı hesabımıza.”
“Evet, insanlar dişinden tırnağından arttırarak ancak para  biriktiriyorlar. Bu devirde kenara para atmak kolay mı?”
“Halimize şükredelim. Kira vermediğimiz halde kıt kanaat geçiniyoruz.”
“Geçim çok zor. Döviz her gün fırlıyor. Çarşı pazar ateş pahası… Kasa kasa alınan meyve sebzeler ancak taneyle alınabiliyor. Emlak desen yanına yaklaşılmıyor.”
“Evet, günbegün zengin daha zengin oluyor, fakir yiyecek ekmeği zor buluyor.”

Sabahın bu saatinde karı koca, kaynağı belirsiz paradan girip  ülkenin ekonomi kritiğini yapmaya başlamışlardı. Bu hususa odaklanmalarının sebeplerinden biri de  mutfak duvarına asılı televizyondan sabah haberlerini sunan muhabirin ekonomiye dair söylemleriydi.
Muhabir, gazete manşetlerini tek tek geçerken ekonomi kurmaylarının söylediklerini araya sıkıştırıp yorum yapıyordu. Her defasında yüzünün rengi değişiyordu. Haklıydı. pes dedirten, halkla alay geçilen demeçlerdi.
Ali daha fazla dayanamadı. Ekonomiyle ilgisi  bulunmayan bir bakanın sözleri okununca çileden çıkıp okkalı bir küfür savurdu “Hassiktir,” dedi sesini yükselterek “bu kadar yüzsüzlük, arsızlık olmaz! “
Karısı, “Sabah sabah ne yükseliyorsun, ” diyerek kocasını uyardı. “Bunların tuzu kuru. Fakir fukara  umurlarında  mı sanırsın?”
“Haklısın hanım, bu sonradan görmelerden medet beklemek eziyet…”

Ali, karısının önüne koyduğu çay bardağını bitirince bir cıgara yakmak için balkona çıktı. Üç metre ötedeki  istinat duvarına çakılı kazıkların kenarlarından fışkıran sarmaşıklara bakınca içi grileşti tıpkı beton gibi.
Buram buram nebat kokan babaanne yadigârı güzelim evi nasıl hiç ettiklerini düşündü. “Evi müteahhitte kat karşılığı verdik, eyvallah. Bari ön cepheden daireler alsaydık. Yeşil ve mavinin cennetinde kala kala şu istinat duvarının ekşi yüzüne kaldık,” diyerek serzenişte bulundu.
Sonra, “Babaannem öldükten donra hangi işi doğru yaptık ki?”

Cıgarasını bitince balkon mermerine koyduğu kül tablasına izmariti bastırdı ve giyinmek için içeri girdi. Bankaya gitmek için acele etmeliydi. Akşam vardiyasına gidecekti bugün. Hem zamanı kısıtlıydı hem de birkaç gündür zihnini alt üst eden paranın kaynağını öğrenmek zaruriydi artık. Bir yol bulmayan düşünceler sarmal olup daha beter ederdi insanı. Evde daha fazla oyalanmadan   dışarı çıktı. Karşı yönden gelen gelen güneş gözünü alınca yolunu değiştirdi. Araçların geliş yönü olarak kullanılan dik rampayı ters istikametinde yürümeye başladı. Atıl durumdaki lavuar kulelerinin baş hizasına gelince durdu ve onları izledi. Dımdızlak kalmış üç beton kule. Ne çevresinde kara taş vagonları ne işçi ne bant.
Öylece yalnız ve yaralı bırakılmışlardı. Hâlbuki öyle miydi işlek zamanları? Çocukluğunun ilk yılları bu kuleleri izlemekle geçmişti. Bantlardan aşağı yukarı giden kara taşın takur tukur eden sesleri, ilmiğinden boşalmış vagonlar, işçiler, açıkta duran gemiler, lokomotif tıs tısları…

İnsandan ne kalırdı ki yapılardan da kalsın. Kulelerin tepesinden dönenip ciyaklayan bir martı grubu geçti. Rampada zorlanıp motoru bayılan vasıtaların saldığı egzoz  gazı ince bir şerit gibi uzandı göğe. Mayıs güneşi, eklemlerini açmak için uğraşan bir kedinin gözlerine dokundu, tüylerini okşadı. Yabancı sesler ve suretler birbirini tümleyiverdi.  Hızlı adımlarla rampayı inip şehrin sabah genç kalabalığına karıştı Ali. Tanıdık birkaç kişiyle selamlaştı. Akarına bıraktı günü.  Telaşesiz atıyordu adımlarını. Yetişecek bir menzili yoktu.

Dimdik bir rampadan sonra iki düzlük yürüdü, geniş sağrılı  bir  köprünün boyalı korkuluklarına dokundu, yosunlu derede yem kollayan sazanlara göz ucuyla baktı, üç yaya geçidini ardında bıraktı.
Yeşil ışığa takıldı gözleri. Gölgesiyle bir olup şehrin kalbine ayak izlerini mühürledi.
Yanında geçtiği bütün binaları   kesti bakışlarıyla. Aynı anda hem yerin saçlarına hem de göğün alçak tavanına  dokunarak yol aldı. Vakıf  Bankasının kapısında küçük bir insan kuyruğuna rastladı. Kuyruğun beşinci halkası oldu. Sırada beklerken kaşla göz arasında bankamatikten hesabını kontrol etmeyi ihmal etmedi. Para küsuratıyla birlikte olduğu gibi yerli yerindeydi.
Birazdan ya herrü ya merrü olacaktı. İkisinden hangisi olursa olsun  kail olacaktı Ali.
Bankanın güvenlikçisi kapıyı açar açmaz kuyruktakiler sırayla içeri geçip sıra numarası aldılar.

Ali, sıra numarasına gerek duymadan üst kattaki müşteri temsilcisi Münire Hanım’ın yanına direkt çıkmak için merdivenlere yöneldi. Daha önce kredi işlemlerini yapan bu genç  banka memuresiyle arası epey iyiydi. Zaten herhangi bir işlem yapmayacaktı. Hesabındaki paranın kaynağını soracaktı sadece. Üç beş dakikasını ya alırdı ya almazdı. İkinci kata çıktığında onun koltuğunu boş gördü. Masanın yanı başındaki numaratör levhasının rakamları yanmıyordu. Anlaşılan henüz  mesaiye başlamamıştı. Gelmek üzeredir, deyip sıra bekleyen müşteriler için koridora konulan oturaklardan birine kuruldu.
Gün iyice aymıştı. Bankada işi olan her kesimden insanlar yavaş yavaş bekleme yerindeki koltukları doldurunca Ali sabırsızlanıyordu. “Nerede kaldı bu kızcağız? İzinli mi acaba? Yoksa bugün hiç  gelmeyecek mi? suallerini kendi kendine sıralıyordu.

Zaten kaç gündür belirsizlikten allak bullak olan zihninin bir gün daha bu minvalde işlemesine tahammüllü yoktu. İki de bir şeytan dürtüyordu. Kötü düşüncelere meyledecek olsa kendiyle çelişecekti. Tamahkârlığın sonu yoktu. Öyle olmak istemiyordu fakat icabında beşer şaşardı söz konusu para olunca.  Dakikalar dakikaları kovalayınca diğer görevlilerin masalarındaki ışıklı ekranlar tıkır tıkır işliyordu. İşi biten müşterilerin yerini yenileri doldurmakta gecikmiyordu. Ali’nin gözü merdivendeydi sürekli. Münire Hanım çıkıp gelecek hissini hiç kaybetmedi. Biraz daha  beklemenin zararı yoktu. Klimaları aralıklarla çalışan bankanın üst katı sepserin ve sakindi. Hepi topu dört müşteri temsilcisine ayrılmıştı bu yer. Onun bugün çalışıp çalışmadığını  sormak için sandalyesinde  doğrulduğu vakit bir de ne görsün  müşteri temsilcisi  merdivenden çıkıyordu..

Doğrusu böyle güzel rastlantı zor gerçekleşirdi. İçi ışıldadı müşteri temsilcisini görünce. “Günaydın Münire Hanım,” dedi ve “ben de sizi bekliyordum.”
“Günaydın Ali amca,” diye karşılık verdi Münire .” Umarım çok bekletmemişimdir. Bugün biraz geciktim. Ayakta kalma otur. ” Adeta af dileyen bir üslupla sözlerini sıralarken Ali’ye oturması için yer göstermeyi ihmal etmedi.
“Estağfurullah kızım, bu keşmekeşin içinde hangimiz geç kalmıyoruz ki? Trafikte adım atacak yer yok. Kaldırımlar, yollar  insan kaynıyor. Balık istifi gibi bir görüntü veriyor şehrin her yeri. Cehenneme ramak kaldı…”
Masasına geçip bilgisayarı açan bankacı kız, “Doğru söze ne demeli. Bu gidişle kentler iyice  yaşanmaz hale gelecek. İtiş kakış nereye kadar? “
Münire; güleç yüzlü, tatlı dilli körpecik banka memuresi üç yıldır bankanın merkez   şubesinde çalışıyordu. Narin, içten bir insandı. Elinden geldiğince herkese yardımcı olmaya çalışırdı
” Ali amca, buyur bakalım, “dedi tatlı bir sesle,” Nasıl yardımcı olabilirim sana? “
Elindeki hesap cüzdanını  ona   nazikçe uzatıp” Kızım, sana zahmet olmazsa “dedi Ali “Hesabımı bir de sen kontrol et. Geçen gün para çekerken farkına vardım. Hesabıma yatan bir para var. Nereden geldiğini bilmiyorum.”
“Hemen bakıyorum. Kolay iş, hesap özetinden belli olur.”
“Sağ ol kızım,”
Münire, banka sistemini açıp bilgileri girdi. Hesabın on günlük özetinin yatırılan kısmında doksan milyar para görünüyordu. Dekontu tıklayıp incelemeye koyuldu.
Ali sabırla bekleyemedi. “Bir şey bulabildin mi kızım? diye sordu.
Yüzüne baktı Ali’nin” Buldum amca hem de iyi bir şey buldum” gülerek cevap verdi. Ve ardından yoklamaya başladı Ali’yi. ” Ankara’da herhangi bir arsanız var mıydı?
” Bildiğim kadarıyla yoktu, “
” Hafızasını iyi yokla Ali amca. Muhakkak vardır bir büyüğünüzden kalan… “
” Ne yazıyor orada kızım? “
” Muris Fikriye Ataman’ın adına kayıtlı arsa intikalinden muayyen satış bedeli…   “
” Fikriye, babaannemdir. Otuz yıl oldu vefat edeli,”
“İşte, Ali amca bu para, onun arsasından satışından gelen paradır. Parayı hesabına aktaran Vizyon İnşaat adında bir şirket… “
” Rahmetli babaannem PTT’den santral memuresi olarak emekli oldu. Çocukken  gazete kuponu biriktirdiğini hatırlıyorum. Hatta biriktirdiği kuponlarla siyah beyaz televizyon almıştı bir keresinde. Babaannesinin son “an” ına dek dilinden düşürmediği “Falan şehrin falan semtinde gazete kuponuyla arsa, aldım. Şimdilik tarım arazisi, ancak ileride imar planına dâhil edilince kıymet biçilmeyecek arsaya” sözlerini anımsadı. Demek doğruymuş kuponla aldığı arsa. “
” Vallahi ne güzel babaanneniz varmış. Geleceğe yatırım yapmış. “
” Babaannem dünyalar iyisiydi. Ondan sonra bir türlü dikiş tutmadı aile bağlarımız. “diyerek hüzünlendi Ali.

Yüzünün kırışıklarında akan tuzlu yaşları gizlice sildi. Bankacı kız, onun bu halini   görmezlikten gelerek” Ali amca, “dedi,” bu para sizin. Kaynağı da belli üstelik. Ben, gerekli bilgileri şu kâğıda yazdım. Gene de kulak ardı etmeyin. Bunu detaylıca sorup soruşturun. Sonrasın da ne olur bilinmez. “
” Sağ ol kızım. Tuttuğun altın olsun. Bilgiler dediğin nelerdir acaba?
“Arsa bilgileri, pafta ve parsel numaraları, gene parayı hesabınıza yatıran inşaat şirketi… Muhtemelen yeni bir şey değildir. Bu arsanın üzerine bina yapmış olabilir.”
“Kızım, benim kafam çok basmaz bu işlere. Bakamaz mısın?”
Münire  bir an duraksadı. Aklına babasının memleketteki davalık  tarlasını takip ettikleri sistem geldi.
“Biraz beklersen  Ali amca,” diyerek Tapu Sorgulama sistemine açtı. Pafta ve parsel numarasını hızlıca sisteme girince karşısına üzerine gökdelenlerin yükseldiği bir yer çıktı. Bilgisayarın ekranını ona  çevirip “Bak amca, şu gördüğün yapıların olduğu yer babaannenizin hissedarı olduğu arsa, “dedi ve ekledi,” Birileri kim bilir kaç yıldır çökmüş buralara. Dediğim gibi iyice araştırıp bir avukata danışmak lazım. “
Gördükleri karşısında gözleri fal taşı gibi açan Ali,” Sana çok zahmet verdim kızım. Allah ne muradın varsa versin, “deyip minnetini belli etti ve gitmek için ayağa kalktı.
” Görevimiz Ali amca görevimiz. Bu işin peşini sakın  bırakmayın…”diyerek onu uğurladı bankacı kız.

Bankanın kapısından çıkarken ayakları yer tutmuyordu Ali’nin. Babaannesinin gazete  kuponuyla aldığı arsa  yıllar sonra toruna bir kapı aralamıştı. Mayıs güneşi, taşı epey geçkin ama halen özel bir maden şirketinde kara taş işçisi olarak çalışan Ali’nin sırtını sıvazlarken günün muştusunu karısına ulaştırmak için adımlarını sıklaştırıyordu Ali. Bu parayla borçlarını ödeyebilir, ayaklarını yerden kesen bir vasıta alabilir ya da şöyle deniz gören geniş bir eve taşınabilirdi. Hoş, çocukların da üniversiteye  gitme vakitleri de yakındı. Belki babaannesinin mezarını da yaptırırdı. Bunca yıldır aile kabristanın bir köşesinde  kimin çevirdiği bilinmeyen birkaç kırık dökük briketle öylece duran mezar perişan bir haldeydi. Oysa kuponla aldığı siyah beyaz televizyondan sonra bir de aynı  yöntemle arsa sahibi yapmıştı mirasçılarını.
Santral memuresi Fikriye ne mübarek kadınmış meğer. Bir kupon, çok para, palavrası çok dünya…