Artık sessizlik bile senin değil
değirmen taşlarının dönmez olduğu bu yerde.
Yorgo Seferis
“Tek çare… Tercihimiz yok… Başka türlü yapılamaz…”[1]diye tekrarlıyordu Raymond Fosca, elimdeki romanın 246’ncı sayfasında. Altı yüz yıl önce doğan ve onulmaz bir varoluşu, ölümsüzlük illetini tadan biriydi.
Yanımda getirdiğim termostaki çayımı yudumlamak için kitabı kapattım. Oturduğum bankta doğrulduğum sırada telaşlı halde bir kadının, elinde, başı yana düşmüş bir kediyle bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Daha önce bir yerlerden tanıdığım, bildik olan ama adlandıramadığım bir hisse bürünüyordu içim. Ne gereği vardı şimdi, kesin bir diyalog yaşanacak ve Fosca’nın bütün büyüsü bozulacak, diye düşündüm.
Tekrar kitabı araladım: “Tek çare… Tercihimiz yok… Başka türlü yapılamaz…” Okuduğum satırları tekrar okuyordum ki kadın, birkaç sıra yanımdaki banka oturdu ve kediyi ayaklarının ucuna, kumsalla yürüyüş yolunu ayıran bodur duvarların dibine bıraktı. Kedinin hareketsiz yattığını gördüm göz ucumla, sonra kadının kediye dokunuşlarını ve sessizlik halini. Tekrar okumaya koyuldum. İşe yaramıyordu. Dört beş metre ötemde yaşanan bu durum aklımı kurcalıyor, neyin olup bittiğini merak ediyordum. Karşıya, güneşi kendine doğru eğdiren körfezin dingin sularına bakıyordum. Bir süre sonra kadının ellerini iki yana doğru bırakıp, öylece kediye baktığını fark ettim. Belli ki vadesini tamamlamak üzere olan yahut artık tamamlamış bir sarmandı bu. Daha önce ölmek üzere olan değil bir kedi, bir canlıyla hiç karşılaşmamıştım. Ne yapılabilir, diye düşündüm. Sahil boyunca sıralanan kimsesiz banklar dururken, bula bula benim yanımdaki bankı mı bulmuştu bu kadın? Ne yani, bir başkasını acıtarak kendi acısının hafifleyeceğini düşünüyorsa, birilerinin de acının onun ellerinde olduğunu hatırlatması gerekiyordu ona. Hem ölmek üzere olan bir kediyi, hele şimdi ölü olan bir kediyi ne diye bekliyorduk? İnsanın ambulansı, cenaze aracı olurdu da bu metruk kıyı kasabasında bir sarmanın doğasına dönmekten başka neyi olabilirdi ki? Giderek ağırlaşan havanın altında oltalarını bekleyen balıkçılara, açıklarda burgaçlanan sulara, ötede nevri dönük duran sandala ve her şeye, her şeye bakıyordum da bir tek yanı başımda çaresiz oturan kadına ve ayakları dibindeki zavallı sarmana bakamıyordum.
Gözlerim bir süre aynı satır aralarında gidip gelirken, hali hazırda onlarla olan dikkatimi ve cesaretimi toplayıp döndüm. Kadın gitmişti. Hiç tanımadığım bir kadın tarafından bu şekilde terk edilmenin verdiği o maddesiz ağırlıkla kalakalmıştım. Yalnız cansız bir sarmanı değil, telaşını da bırakmıştı bana: Asıl şimdi ne yapacağım? Hiçbir şey yapmamak bundan sonraki varlığıma dokunacaksa… ne kadar dokunabilir ki, diye düşündüm.
Az sonra eşi olduğunu tahmin ettiğim, kendisi gibi orta yaşlı, iri yapılı ve saçları seyrelmiş bir adamla geri dönüyordu kadın. Hızlıca kitabımı araladım. Artık orada olmamamın verdiği rahatlıkla gevşeyip, kalabalıklaşmanın arada bir de olsa insana bir faydası dokunabileceğini umuyordum. Çabucak kabullenmiştim. En iyisi, kadının yaptığı gibi bu acıyı kalabalıklarla paylaşarak hafifletmekti.
“Can çekişirken buldum,” diyordu kadın, bir şey arar gibi etrafına bakınan adama, “ama ne olduğunu anlamadım.”
Adam, “Zehirlenmiş olabilir. Baksana, dışkısı bir garip.” dedikten sonra hemen arkamızdaki eve doğru ağır adımlarla ilerledi. Çapa veya kürek benzeri bir şeylerin olup olmadığını sordu birine. Bu kişiyi tanımadığı soruşundaki yabancılıktan belliydi. Diğerinin sesini işitemiyordum. Ben yine gözlerimi kitabın sayfalarına dikmiş, oysa gerçekte olan bitene kulak kesilmiştim. Adam birkaç dakika sonra ufak bir el çapasıyla geri döndü. Duvarı geçip, henüz kumsalın başlamadığı, bize yakın toprak alanda ayağıyla müsait bir zemin aradı. Buldu. Kazmaya başladı. Toprak biraz sert, biraz çakılla kaplı olacak ki bu kazma işi pek ağır ilerliyordu. Kadın önceki gibi, ayakları kedinin önüne gelecek şekilde bankın köşesine oturmuş, bir mezar kazan adama bir kediye bakıyordu. Bana da bakmış mıydı? Evet, muhakkak bana da bakmıştı da ne önemi vardı artık bunun. Ne de olsa bakmıyormuş gibi yapıyorduk ikimiz de. Bu, pek tabii bakışmalarımızı ele veren, insan olarak en sevdiğimiz oyunlardan biriydi ve ben bu oyunun en yeteneklilerindendim kuşkusuz.
Kitaba döndüm:
“Tek çare… Tercihimiz yok… Başka türlü yapılamaz… Yıllar, yüzyıllar içerisinde mekanizma işliyordu; insan iradesinin bunun akışını bozabileceğini hayal etmek için sersem olmak gerekir. Bizim büyük niyetlerimizin ağırlığı neydi?”
Adam toprağa çukur açmakla uğraşırken, kır saçlı, yaşlıca bir adam elinde tahta saplı, uzunca bir çapayla gelip kadına birkaç adım mesafede durdu. Az önce küçük çapayı veren kişi olmalıydı bu. Ağır işitilen bir sesle, “Sanki bu daha iyi iş görecek,” diyerek, elindeki uzunca çapayı toprağı eşeleyen adama uzattı ve devam etti yaşlı adam, “Normalde benim hanım anlardı bu işlerden, o ilgilenirdi bahçe mahçe işleriyle. Kırk gün önce kaybettim…”.
Artık içinde herkesin bir ölüsü bir de el çapası olan sessizlik, gelip öylece serildi aramıza. Yaşlı adam çapa seslerinin çınladığı toprağa dalıp gitti uzunca bir süre. Karısını, kırkında bir kez daha gömmenin verdiği acı, kırk gündür gömmenin verdiği acıdan daha gerçek geliyordu belki de.
Kitaba döndüm:
“Solmuş duvar halılarına, meşe mobilyalara bakıyordum. Pencereden rüzgârın havalandırdığı sonbahar yaprakları gözüküyordu. Burada her şey toz içinde ve donmuştu: Hanedanlar, hudutlar, rutinler, adaletsizlikler; kurt yeniği bu eski dünyanın kalıntılarını bir arada tutmak için bu çabamız niyeydi?”
[1] Bütün İnsanlar Ölümlüdür – Simone De Beauvoir. S.246. Alfa Yayınları. 2019.