Kumlarda

Yine hep olduğu gibi, kimseciklerin beğenemediği, ne oturulan ne yatılabilen, sanki sadece bana ayrılan kayanın oyuğuna dertop edilmiş yorgan örneği sığınmış, kumsaldaki hareketten kaçınmış, gözlerim dünyada başka hiçbir şey yokmuşçasına şeffaf ve sığ suda gezinen balıkçıklarla oynaşırken, kumlarda ne var ne yok hiç görmezken, neden başımı çevirdim bilmem. Onu görüyorum… Buraya kimse gelmez ki!

Öylesine yatıyor, tek başına… Sanki yalnızlığın keyfini kemiklerinde hissediyor, yüzü güneşin haylaz dokunuşlarına doyunca aheste hareketlerle dönüyor, bu kez sırtını gümüşi ışıkların merhametine bırakıyor. Yattığı yerde bıkmadan kumları avuçluyor iki eliyle, sonra açıyor parmaklarını… Tekrar ve tekrar… Avuçladığı kumların parmaklarından dökülmesini izlemesi, hiç bıkmaması dikkatimi çekiyor. O, akıp giden kumları, ben onu izliyorum.

Aklından neler geçiyor bilemiyorum ama bir süre sonra bakışlarına takılıyor bakışlarım. Dış dünyaya kapalı, çevresine duyarsız, sadece açılmış parmaklardan dökülen incecik,  toprağın her tonunu üzerinde taşıyan kum zerrelerine odaklanmış bakışlar. Mecburen dökülen, giden, akmasına engel olunamayan. Gözlerimi ayıramıyorum…

Aynı kum tanesinin aynı avuçta olmasının olasılığını hesaplarken yakalıyorum kendimi. Avuca toplanan her kum öbeğinin bir öncekinden farklı olmak zorunda olduğunu düşünüyorum ilkin. Zaman gibi, hayat gibi… Geri dönüşü olmayan, aynı şekilde tekrarlanamayan…

Şimdi tüm yaşanmışlıklarım geliyor üstüme, çekmecelerin içi darmadağın, ihtiyaç halinde kullanılmak üzere bekliyorlar, hızlıca gözden geçiriyorum, istifçi hafızam ne kadar da çok biriktirmiş, aşağıda kalanlara ulaşmak için küreğe ihtiyacım olacak sanırım. İstemsiz bir tebessüm yerleşiyor önce yüzüme. Güldüreni, ağlatanı, korkutanı, kızdıranı… Bitmiş, gitmiş, dökülen kum taneleri misali,  tekrarlanamaz, aynı şekilde yaşanamaz…

Sonra benden uzaklaşanlar yer kaplıyor hafızamda, bırakıp gidenler, bazen sonsuzluğa ve hiçliğe, gidip de gelemeyecek olanlar, bazen benden bıktıkları için olacak ya da artık sevemediklerinden başka ufuklara kaçanlar… Aynı kum taneleri gibi bir kez daha aynı şekilde bir arada olamayacaklarım. Acılaşıyorum…

“Hayır!” diyor içimdeki sessizlik bir çığlıkla, “yapma bunu kendine, unut demiyorum, aksine hatırla, birer birer, onlar iz bırakanlar, seni kâh tamlayanlar ama bazen eksiltenler… yerlerini terk ederken izin almadılar haklısın, evet. Düşün! oyun oynardık hani,  oyunculardan bir eksik sandalyeleri dizerdik halka şeklinde, çevresinde fır dolayı dönerdik şarkılar eşliğinde, dans edermiş gibi de yapardık, sonra bir işaret, belki oyun kurucunun düdüğünden çıkan tiz ses, sandalyeleri kapmaca, açıkta kalan bir kişi elbet olacak, öyle değil mi? Açıkta kalan oyun dışı… sevdiceğinse oyun dışında kalana üzülürdük, bazen kızardık hatta yeterince gayret sarf etmedi diye, hatırla! Sonra bir kez daha aynı döngü… tekrar… tekrar…”

Sakinleşmiş sessizliğim, hırçın değil artık, “Bilirdik ama değil mi, oyun devam edecek, zamanını tüketene kadar ağır aksak, kör topal devam edecek, oyuncular değişecek, sandalyeler eskiyecek belki, mekânlar farklı olacak, biz sandalye kapmaya, yer tutmaya devam edeceğiz, değişime karşı durmayacak, yaşamayı unutmayacak, eskilere ağıt yaktığımız gibi yeni türküleri de mırıldanacağız…”

“Bezeci!!! Beze var, taze acur var!”

İrkiliyorum sebepsiz yere… Alışık olduğum bu sesleniş dönmüş olduğum içlerimden dışarıya çıkarıyor beni, çok derinlerdeymişim yine. Kumsalımızın meşhur bezecisi kim bilir kaçıncı turunda… Kumsalın ayrılmaz parçası, hep var ve hep var olacak gibi… Kavruk bedeni, kocaman şapkası, kolunda içi beze ve acur dolu hasır sepeti… Az önce serinlemek için serin sulara atmış kendini belli, bedeninden akan şortu ıpıslak. Her yaz, her gün saatlerce yürüyecek kumsalda bir uçtan diğer uca… Aynı gibi görünür hayatı… yürü ve sesini duyurmaya uğraş, çağırana yaklaş. Oysa biliyorum değişiyor, birbirine benzemez olaylarla cebelleşiyor, öksüz yeğenleri var iki tane, okutuyor, bu sene büyüğü denizcilikten mezun oldu, ona iş arıyor, ayrıca geçen sene âşık olmuştu bir kadına ama hayırsız çıkmış, bu kış kireç ocağında çalışmaya hiç mecali yokmuş, seneye kumsalda mısır satmayı düşünüyormuş.

Sesleniş sadece beni değil onu da harekete geçiriyor. Sere serpe yatarken kumların üzerinde toparlanıyor birden, oturuyor. “Bezeci!”  Bir şeyler konuşuyorlar usul usul, duyamıyorum, alışveriş tamamlanıyor. Bezeci çok dikkatlidir, mikroplar bulaşmasın ellerine diye paraya dokunmaz hiç, sepetin içindeki poşete koymasını işaret ediyor. O, bir kâğıt para koyuyor poşete,  üstünü de kendisi alıyor yine içinden. Kısa bir baş selamı karşılıklı, yoluna devam ediyor bezeci…

Ayağa kalkıyor, elinde gevrek bezeler, terlik arıyormuş gibi bakınıyor etrafına, sonra omuz silkiyor, zevkle ılıcık kumlara basıyor yalınayak,  bir adım bir adım daha, ele avuca sığmayan oyunbazlar köşe kapmaca oynuyor üzerindeki bir çift ayakla, önce kaçışıyorlar tümsek bozuluyor, aniden bir araya geliyorlar farklı bir çukur ya da yükseltide… Avuçlardan dökülen kumları, ayaklar altına alsak da değişmiyor sonuç, bir önceki hali bulmak mümkün olmuyor.   Kendinden emin, bir karara varanların dinginliği var üzerinde, yürüyor, bana doğru geliyor, bir anda yüzümün kızardığını fark ediyorum.

“Merhaba, beni izliyorsunuz.”

“Şey, farkında değilim. Yani özür dilerim, öylesine bakıyordum işte, hani gözüm takılmış.” Çok utanıyorum, fark etmiş bakışlarımı…

“Rahatsız olmayın lütfen, ben de bakışlarınızı izliyordum. Tanıyorum bu bakışları, görmeye çalıştığı akışları,   kendimi hiç yalnız hissetmedim sayenizde. Yanlış anlaşılmasın amacım karakter tahlili yapmak değil, ukalalık hiç değil”

“Kumlar.” diyor, “Akıp gittikçe avuçlarımızdan, hayatımızın akışını hatırlatıyor, size de öyle gelmedi mi? Zamanın,  hayatımızın geçmişte yaşadığımız şekilde geri dönmesini beklemenin imkânsızlığını gösteriyor. Akıp gidene hayıflanmak yerine gelecek olanın farklılığına odaklanmak gerekiyor. Aşinalığın verdiği rahatlık düşünülürse biraz ürkütücü evet, fakat her yeni gelen kötü olacak değil ya…”

“Sürprizler yapmayı seviyor yaşam oyunbozan çocuklardan hallice, kimi zaman beklenmedik yerden vuruyor, sabrımızı sınıyor, kah ilmek ilmek dokunan halı çekiliyor ayaklarımızın altından, kah ortalığa saçılan yapboz parçaları birleştirilmeyi bekliyorlar mahcup bakışlarla…  Kum tanelerine benzemesi de biraz bu yüzden, bir an, bir yerde, bir arada ama sonrası hep değişken…”

Poşeti uzatıyor sonra, eliyle birlikte, tutsam tutulacak neredeyse; “Yer misiniz? Birlikte yiyelim, hatta daha iyisi kumlarda birlikte yürüyelim…”

Rahatlıyorum ve mutluyum galiba, bir hareketin birbirini tanımayan iki kişide benzer düşünceleri yaratmış olmasının verdiği şaşkınlık da var üzerimde. Cesareti hoşuma gidiyor, teklifi de…

“Bir şartım var ama!” diyorum uzattığı elini tutmak için can atarken, büyük bir gülücük yerleşiyor yüzüme, “Bizim kumlardan kale yapacağız önce….”