Meltem Terzioğlu
‘‘Hapşuuuuuuğğğğ!’’ Ağzım yüzüm burnumdan taşan mukusa bulanıyor –hay aksi! Bir bu eksikti. Takım elbisemin ceketine sildiğim burnumdan çıkan pislikle omzumdan dirseğime doğru parlak bir yol çiziyorum. Bu görüntü, kabuğu körelmiş bir sümüklüböceğin geçtiği yolları anımsatıyor. Ben burnumdan akan sümüğü ceketimin manşetine boca etmeye çalışırken Toprak ‘‘Çok yaşa.’’ deyip kıkırdamaya başlıyor. ‘‘Ellili yaşları görmem, benden demesi.’’ diyorum. Yaşamaya dair zerre enerjisi kalmamış bir adamla evleneceğini bilmeye hakkı var. Gözüm kapıya takılıyor. Kimi, neyi beklediğimi ben de bilmiyorum. Sessizlik sinirimi bozuyor. Henüz yaş almadan yaşlı bir huysuza dönüştüğümü düşünüp hali hazırda bozulan sinirimi ikiye katlıyorum. ‘‘Bundan elli dakika sonrasını bile görebileceğime inanmıyorum.’’ deyip söyleyeceklerimi tamamlıyorum. Toprak bu söylediğime gülüyor. Aslında niyetim onu güldürmek değil. ‘‘Şaka yapar gibi bir halim mi var?’’ diyecek olup susuyorum. Dişlerim birbirine kenetli. Ciddiyetimin ciddiye alınmaması canımı sıkıyor olsa da söylemek istediğim kelimeleri yutuyorum. Onunla göz göze gelmemek için yeniden uzaklara dalıyorum. Bakışlarım yine kapıda ve ben yine bekliyorum. Ancak bu kez neyi beklediğimi çok iyi biliyorum: ölümü. Dünya ile kurduğum bu lüzumsuz bağı bozacak herhangi bir dokunuşu. Ey Anibus, ey Thanatos, ey Mors, ey Morta, ey Azrail, ey ölümle ilgili olan her kimse ve her neyse neredesin, neredesiniz yahu? Beni bulacağı düşüncesi içimi açgözlü bir fare gibi kemiriyor olsa da ben ölümün gelmesi için dua ediyorum. Bir nevi korku ile cesareti beraberce büyütüyorum içimde, ne tuhaf. Halbuki ölüme karşı duyduğum korkularım yersiz. İşin özü, ruhum bedenimi terk ettikten sonra hiçbir acıyı duyumsamayacağım. Yaşarken hissettiğimden daha fazlası olmayacak, olamaz. Bundan eminim. Çünkü ruhumun -kendini erkek bedenine hapsolmuş bir kadın gibi hisseden ruhumun- duyumsadığı acının tesiri bedenimin acısını bastıracak kadar güçlü. Kıpırdanan düşünceler beynimin içini gıdıklarken ben tekrar Toprak’a bakıyorum. Nasıl oluyor da tüm bu olanlara rağmen bu kadar sessiz, sakin, tepkisiz kalıp yüzüne yapışan bu sinir bozucu tebessümle sağa sola gülücükler saçabiliyor anlayamıyorum. Yüzüne yapışan tebessüm kadar sinir bozucu bir güzelliği var üstelik. İçimde peyda olan kıskançlığı azarlayıp susturuyorum. Ellerim yüzümde geziniyor. Birbirine dolanmış sakallarımın arkasına gizlediğim kimliğimi kıskançlığımla beraber susturup Toprak’ı incelemeye devam ediyorum. Pencere pervazının aralığından esen rüzgâr kısa saçlarının üstünde dans ediyor. Saçları kendisi kadar özgür, güçlü ve mutlu. Evet, karşımda gördüğüm bu kadın ayak parmağından saç uçlarına kadar mutlu. İçimden geçenleri duymuş gibi yüzünü sıcacık eden ve küçük, etli dudaklarından asla silinmeyen tebessümle bana bakıyor. ‘‘Ne var? Ne sırıtıp duruyorsun karşımda?’’ diye çıkışıveriyorum bir anda. Sesim sert çıkıyor. Topraksa afallamış bir halde yüzüme bakıyor. Dudaklarındaki tebessüm bir anlığına kayboluyor. Yaşadığı hayal kırıklığı ve şaşkınlık çok uzun sürmüyor. ‘‘Nasıl sırıtmam kocacığım? Bugüne bugün resmi nikâhlı eşin olacağım. Bu hayattan daha ne isterim?’’ deyip dil çıkartıyor. Karşımda gördüğüm otuz iki yaşındaki bu kadın bir anda sağa sola sataşan, yaramaz bir çocuğa dönüşüyor. ‘‘Gözünü seveyim yapma şunu. Şakası bile korkunç!’’ deyip ssuyorum. Toprak yanıma gelmek için ayağa kalkıyor. Üstünde taşıdığı gelinlik yürümesine pek müsaade etmiyor. Yalpalayarak ilerlerken dengede durmak için havada savurduğu kollarından destek almaya gayret ediyor. Bu haliyle ip üstünde gösteri yapan cambazdan bir farkı kalmıyor. Birkaç saniyeliğine duraksıyor. Yüzündeki makyajı mum gibi eriten terini elinin tersiyle siliyor. Odada kapı eşiğine gelişigüzel koydukları boy aynasında kendini görüyor. Bedenine ve kendine ait olmadığını bildiği bu gelinliğin üstündeki eğreti duruşuna gülüyor. Tarlatanın izin verdiği kadarıyla eteğini havaya kaldırıp yanımdaki boş koltuğa oturuyor. Bir avucuyla ellerimi kavrayıp boşta kalan diğer avucuyla sırtımı sıvazlıyor. ‘‘Üzgünsün değil mi?’’ diye soruyor, içindeki çocuğu bir kenarda bekletip ciddiyetini takınıyor yeniden. Sorduğu sorunun gereksiz olduğunu dile getirir bir ses tonuyla cevap veriyorum, ‘‘Üzgün olmak yaşadığımız şu durumu karşılayamayacak kadar eksik bir tanım. Nefes alıyorken kefen giydirip üzerime kilolarca toprak yığsalardı ancak bu kadar çaresiz hissederdim kendimi.’’ Sesimdeki hayal kırıklığı tüm odayı kaplıyor. Derin bir nefes alıyorum. Şişen göğüs kafesim üstümdeki ceketin düğmelerini zorluyor. Gömleğimin yakasını açıp tüm oksijeni içime doldurmaya yelteniyorum. Başım dönüyor. Toprak, avucunda tuttuğu ellerimi anne şefkatiyle okşamaya devam ederken bakışlarını odakladığı pencerenin gürültülü dünyasından alamıyor kendini. Gözleri dışarıda olsa da aklının çok başka yerlerde olduğunu görmek zor değil. ‘‘Toprak…’’ diyerek devam ediyorum sözüme. Dikkatini üzerime toplamak için hafif yüksek bir ses takınıyorum. ‘‘Sen de benim kadar üzgünsün değil mi?’’ Soruma karşılık vermesi için susup ona fırsat tanıyorum, ses etmiyor. Ancak bakışlarını pencereden kurtarıp bana odaklıyor sonunda. Gözleri, soruma olumsuz cevap vermek istermiş gibi yüzüme kilitleniyor. Şaşıp kalıyorum. Günlerdir yemek yemediğim için midemden gelen gurultuyu bastıracak bir güçle temizliyorum boğazımı. ‘‘Bana üzgün olmadığını söyleme Toprak. Erkeklerden hoşlanan bir adamla evleneceğinin farkındasın değil mi?’’. Üzerime kilitlediği bakışlarının yönünü değiştirmeden sözlerini sürdürüyor. ‘‘O kadar emin olma.’’ Yüzündeki gülümseme bozulmuyor. Takındığı tavrıyla beni korkuttuğunun farkında olup sözlerine devam ediyor, ‘‘Tamam tamam, gerilme hemen. Bunun tersi olsaydı dahi mutlu olamayacaktım elbette. Yani kadınlardan hoşlanıyor olsaydın bile biliyorsun ki tipim ve tercihim değilsin.’’ Sırtımı sıvazlayan eliyle hafif yollu bir yumruk atıyor sağ omzuma. Derin bir oh çekiyorum. Beynimi alt üst eden düşüncelerin içinde tek başıma boğulmadığımı öğrendiğim için kendimi daha güçlü hissediyorum. En azından yalnızlık hissinden sıyrılıp üstümdeki ağırlığı bir kenara bırakıyorum. Fakat dikkatimi çeken bir tuhaflık var. Yaşadıklarımız, hislerimiz ve düşüncelerimiz Toprak’la aynı olsa da o benim yaşadığım çaresizliği yaşamıyormuş gibi görünüyor. Soracağım sorular dudaklarımın ucunda kıvranıyorken çelimsiz kapının arkasında tek kolda sıralanan altın bileziklerin şıngırtılı ve şaşalı sesi kulaklara çarpıyor. Ayakları zorlayan topuklu ayakkabının acı dolu sesi de ekleniyor bu şıngırtıya. Gelen annem olmalı. Tahta kapı iki kere tıklatılıyor. Onu tedirgin etmemek için geriye kalan tüm gücümü toplayıp kelimeleri bir araya getirmeye çabalıyorum. ‘‘Eveeet?’’ Kelimenin sonunu getirmeye fırsat kalmadan cevap geliyor hemen. ‘‘Heh evladım, bak nikâh memuru gelmek üzereymiş. Ne vakit hazırlanıp çıkacaksınız? Tüm misafirler sizi bekliyor.’’ Oğlunu evlendirebilmenin –kendince- haklı gururunu yaşayan annem kapı koluna uzanıp içeri girmeye yelteniyor. O anda Toprak basıyor feryadı, ‘‘Aman anneciğim ne yapıyorsunuz? Gelini nikâh öncesi görmek uğursuzluktur.’’ Kendi de ne söylediğini bilemez bir halde şaşırıyor ağzından çıkanlara. Avuç içini dudaklarına götürüp kıkırdamaya başlıyor. Annem birkaç saniyeliğine durup gelininin söylediklerini düşünmeye koyuluyor. Düğün telaşıyla bu durumun kayınvalideler için geçerli olmadığını unutup da gelinine hak vermiş olacak ki elini yavaşça çekiyor kapı kolunun üzerinden. ‘‘Doğru dedin kızım. Ee ben gideyim o zaman. Siz hazır olunca haber edersiniz emi?’’ Kolundaki bilezikleri son bir kez daha şıngırdatıp koridorun düğün salonuna çıkan yolu dönüyor gerisin geri. Toprak annemin uzaklaştığından emin olduktan sonra güçlükle kalkıyor yanımdan. Komodinin üstünde duran ufak gelin çantasından dörde katlanmış bir kâğıt çıkarıyor. Diğer yandan büzdüğü dudaklarına götürdüğü parmağıyla sus işareti yapıyor bana. Neler döndüğünü anlayamıyorum. ‘‘Toprak kafayı yedin herhalde. Ne yapıyorsun Allah aşkına? Bir veda mektubu yazıp beraberce intihar etmemizi beklemiyorsun değil mi?’’ Sabırsız ve susmak bilmeyen korna sesiyle söyleyeceklerim yarıda kesiliyor. Toprak, gelinliğin tarlatan kısmını avuçlayıp olabildiğince hızla pencere kenarına koşuyor. Gözüne giren akşam güneşine engel olmak için bir elini yüzüne siper edip korna sesinin geldiği yöne bakıyor. Üzerine takındığı sakinliği bir kenara atıyor. Dişlerini dudaklarına kenetleyip komodinin başına geri dönüyor. Korna susuyor, odayı büyük bir sessizlik kaplıyor. Duyulan tek ses dörde katlanmış mektubun açılırken çıkardığı kâğıt hışırtısı. Toprak eline aldığı mektubu büyük bir özenle okuyor, son kez üstünden geçiyor söylemek istediklerinin. Mektuptan kaçırdığı gözlerini bana yöneltiyor. Yazdıklarını okumam için kâğıdı bana uzatıp derin bir sessizliğe gömülüyor. ‘‘Vaktimiz yok.’’ diyor. ‘‘Oku ve bitsin şu iş.’’
Ben okuduklarımın etkisini henüz üzerimden atamamışken Toprak bir anda önümde soyunmaya başlıyor. Zaman kavramı, tazecik bir balık gibi kayıp gidiyor elimden. Olay akışını yakalamakta güçlük çekiyorum. ‘‘T, Tttt, Toprak ne yapıyorsun öyle?’’ Cevap vermek yerine gözlerini deviriyor. Benimle böyle bir işe kalkıştığı için pişman olmuş gibi bir hali var. ‘‘Konuşmaya devam edersen seni şuracıkta bırakır, kaçar giderim. Sen de hayal kırıklığına uğramış bir yığın ebeveynle ömür boyu uğraşmak zorunda kalırsın, benden demesi.’’ Toprak konuştukça annemin diz dövündüğü halleri geliyor aklıma. İstasyondan kalkmak üzere olan trenin çıkardığı acı dolu, kulak kanatan, canhıraş sesten bile beter, iç kanırtan bir ses beliriyor kafamın içinde. Aklımdaki düşünceleri bir kenara bırakıp hemen soyunmaya koyuluyorum ben de. Önce nefes almamı güçleştiren papyondan kurtarıyorum kendimi. Hemen ardından yaz sıcağının ortasında vantuz gibi üzerime yapışan ceketi, oturmaktan çukur oluşturduğum koltuğun üzerine fırlatıp atıyorum. Poşetlerin içine tıkıştırdığım gündelik kıyafetlerimi kucaklıyorum bir güzel. Bir mendil kadar buruşmuş her biri. Aldırış etmeden hızlıca giyiniyorum. Toprak hazır bir vaziyette beklemeye koyuluyor beni. Ancak yaşadığı stresten dolayı doğumhanede koridorun yolunu aşındıran baba adayları gibi bir oraya bir buraya dönüp duruyor. ‘‘Hazırım.’’ diye sesleniyorum heyecanla. Düğün salonundan yükselen gürültü titrek sesimi bastırıyor. ‘‘Eyvah! Yakalanacağız! Çabuk aç şu kapıyı!’’ Elimi kapı koluna atacağım vakit annemi taşımakta güçlük çeken ayakkabının topuk sesi doluyor kulaklarımıza. Diğer yandan mikrofonu eline alan düğün orkestra şefi az sonra gelin ile damadın –ben ve Toprak’ın- sahneye teşrif edeceğini bildiriyor. Ben henüz ne yapacağımıza dair ihtimalleri düşünmeye koyulurken elinde gelinliğin duvağı ile dışarıya el kol hareketi yapan Toprak’ı görüyorum. Hemen yanına koşup etrafı kolaçan ediyorum. Mikrofonda ses düzeltmeleri yapan orkestra şefinin titrek sesi aşağı atlamanın güvenli olup olmayacağını düşünecek vaktimizin olmadığını hatırlatıyor. . ‘‘Se. Se. Ses deneme bir-ki. Ses kontrol. Se. Se…’’ Her bir ses denemesinde biraz daha eriyip odanın zeminine doğru aktığımı hissediyorum. ‘‘Öyle aval aval etrafa bakınacağına yardım etsene be adam!’’ diye bağıran Toprak’ın sinirlendikçe iyice incelen, inceldikçe sinirleri iki büklüm eden sesiyle irkiliyorum. Hemen altımızda ardiye olarak kullanılan geniş odanın pencere korkuluğuna uzanmaya çalışırken belinden kavrıyorum Toprak’ı. Elindeki duvağı hızlıca bağlıyor demir parmaklıklara. Sıkı olup olmadığını kontrol ettikten sonra pencere denizliğinin üstüne zıplayıp sağ ayağını yeni mantolanmış binanın duvarına dayıyor. Öteki ayağını aşağımızdaki pencerenin demir parmaklıklarına doğru uzatıp güvenli bir şekilde eşitliyor adımlarını. Annem görünürde yok. Koridor üstündeki tuvalete uğrayıp ayakkabının vurduğu yerlere yara bandı yapıştırmakla meşgul olmasını temenni ediyorum. Ben içeriden gelen sesleri kolaçan ettiğim esnada Toprak’ın çoktan karaya ayak basmış olduğunu görüyorum. Hemen ardından hareket edecek hali kalmamış; 1988 model, lacivert bir Ford Taunus yol kenarına yanaşıyor. Toprak arabanın yarı açık camından başını içeri daldırıyor. Elleri ona ait değilmiş gibi büyük devinimlerle hareket ediyor. Bir anda yukarıyı –beni- göstererek kurtarıyor başını cam aralığından. Yüzünü bana dönüp aşağı inmem için çırpınmaya başlıyor.
Düğün salonundan gelen ses iyice yükseliyor. Duyumsadığım heyecanla sağ ayağımı pencereden aşağı sarkıtıyorum. Korkacak oluyorum ancak buna vakit yok. Öteki ayağımı da aşağı sallandırıp Toprak’ın demir parmaklıklara bağladığı duvaktan medet umuyorum. Eğer konuşabilseydi duvak da orada ne işinin olduğunu sorguluyor olurdu eminim. Ona söz hakkı tanımadan tüm gücümle avuçluyorum beyaz tel öbeğini. Hemen arkasından ‘‘Cırrtt..’’ diye bir ses duyuluyor. Duvak, içimden geçenlere cevap veriyor olsa gerek. ‘‘Dermanım kalmadı, ineceksen in aşağı. Atıveririm seni şuracıkta, görürsün.’’ demek istiyor herhalde. Bir yandan içimden duvağın sabretmesi için dualar ederken diğer yandan sol ayağımı duvara yaslayıp destek alıyorum. Bitiş noktasına çok yakınım. Varış süremi hesaba koyulduğum anda bir ‘‘Cırrrtttt…’’ sesi daha duyuluyor. Bu kez ciddi ve kendinden emin bir ses geliyor duvaktan. Sol ayağımı yavaşça duvardan çekip sağ ayağımı kıpırdatıyorum. Toprak’ın çığlıkları hipnoz spirali gibi kafamın içinde dönüp duruyor. Kelimeleri seçmek zor –birkaç küfür dışında-. Arkama bakacak oluyorum. O anda son kez duyulan ‘‘Cırrrttt….’’ sesi peyda oluyor. Duvağın ‘‘Benden bu kadar.’’ dediğini işitiyorum. Yaramaz tel öbeği beni bir türlü ulaşamadığım zemine öyle bir fırlatıyor ki kendimi ağızdan yere tükürülen, çiğnenmekten canı çıkmış zavallı bir sakız gibi hissediyorum. Yaşadığı panikle yanıma koşan Toprak kuyruğu sıkışmış bir kedi gibi bağırmaya başlıyor. Kafamın üstünde uçan kuşlara aldırış etmeden parmağımı dudaklarıma götürüp sus işareti yapıyorum. ‘‘Sussana! Tüm düğün ekibini başımıza toplamaya niyetli misin?’’ Toprak’ın mektupta bahsettiği, yardımsever sevgilisi o anda ihtiyar Ford’un içinden atıveriyor kendini. Dolgun göğüsleri; üstüne giydiği salaş, siyah tişörtün üstünde potluk yapmasa Toprak’ın sevgilisinin kadın olduğunu anlamayacağım. Karşılaştığım bu manzarayla bir kez daha yalnız olmadığım hissine kapılıyorum. Yaşadığım bu hazzın keyfini sürmek isterdim ancak uygun pozisyon ve zamanda olmadığımızı biliyorum. İçimde yer edinen mutluluğun farkında olmayarak sağ koltuk altıma daldırıveriyor elini Toprak. Sol koltuk altımda da Toprak’ın sevgilisinin sıcak avucunu hissediyorum. Ağır adımlarla arabanın yolunu tutarken kuyruk sokumumda hissettiğim darbenin ağrısını daha fazla duyumsamıyorum. Bir an için gözlerim beni yere yapıştıran duvağa takılıyor. ‘‘Ne var yani? Ben seni düşürmesem senin aşağı ineceğin yoktu.’’ dediğini duyuyorum. Bu kez ‘‘Cırrrtt..’’ sesi gelmiyor. Arabanın yanına varıyoruz, ‘‘İsmin ne?’’ diye soruyorum Toprak’ın sevgilisine. ‘‘Benden hiç bahsetmedin mi?’’ der gibi Toprak’a baktıktan sonra ‘‘İlkim.’’ diyor. ‘‘Merhaba, ben İlkim. Sen beni bilmesen de ben senin ismini çok duydum Toprak’tan.’’ Toprak’ın devrilen gözlerini gördükten sonra edilen sitemin doğru yere ulaştığını anlıyorum. Yaşanılan kısa gerginliğin bir an önce bitmesini isteyerek sol arka kapıya uzanıyorum. Toprak, açmakta güçlük çektiğim kapı kolunun mandalına doğru hareket ederek bana yardımcı oluyor. Hemen ardından İlkim’in yanına oturmak için koşar adım ilerliyor kaldırımda. İlkimse sürücü koltuğuna çoktan yerleşmiş bir vaziyette bizi bekliyor. Hareket etmek için hazırız. Kontak çevriliyor, marş dönüyor. Motorun devreye girdiği an kulağıma bir ses çalınıyor. Can yakan, iç karartan, ciğer solduran bir ses. Ayakları zorlayan topuklu ayakkabının acı dolu sesinden de acı, bileziklerin şıngırtılı ve şaşalı sesini bastıracak kadar güçlü bir çığlık. Öndeki yan aynalardan İlkim ve Toprak’ın gözlerine odaklanıyorum, bir belirti yok. Bilmem bir tek bana mı duyuluyor bu ses? Merak ediyorum ancak soracak derman bulamıyorum kendimde. Susup çığlıklara eşlik ediyorum. Debriyaj ve frene basıyor İlkim. Ardından vitesi boşa almak için davranıyor. Gidiyoruz. ‘‘Başardııııık!’’ diye sevinç nidaları atan Toprak direksiyona doğru hızlı bir hamle yapıyor. Sabırsız ve susmak bilmeyen korna sesi duyuluyor yeniden. Yine de annemin diz dövünürken çıkardığı iç kanırtan sesini bastıramıyor.