Pazaryeri Mahallesinden gelen yangın ihbarını duyunca Mahmut’un beti benzi attı. Yangının çıktığı ev olarak tarif edilen adres eşi, annesi ve iki çocuğuyla birlikte yaşadığı evdi.
Yangın söndürme aracına kendisini nasıl attı, araç ne zaman hareket etti, yangın yerine ne kadar süre içerisinde vardılar? Bunları hiçbir zaman hatırlamayacak Mahmut.
İtfaiye sireni çığlık çığlığa… Aracın şoför koltuğunda oturan adam gaz pedalına gövdesine göre küçük sayılabilecek ayaklarını bütün gücüyle basamaya, vitesi arda arda büyütmeye devam etti. Yanında oturan itfaiye erine, “Mahmut, beş dakikaya varırız. Rahat ol,” deyince Mahmut, “Abi biraz daha hızlı, biraz daha” dedi. On beş dakikalık yolu kat ettikleri beş dakika boyunca, hem şoför hem de Mahmut bir papağan gibi aynı sözcüklerin varyasyonlarını birbirlerine tekrarlayıp durdular.
Vardıklarında evin her tarafı ateş topuna dönmüş, içeride kalan bir kimse var ise de kurtulma şansı kalmamıştı.
Mahmut yanan evin kendi evi olmadığını görünce derin bir oh çekti. “Çok şükür” diye mırıldandı sonra utandı. Bir boğayı bayıltacak tazyikle fışkıran suyu alevlerin üstüne tuttu.
Mahmut, yangın söndürme aracının hortumunu çekip alevlere tutmadan birkaç dakika önce, alevlerin arasında kalan Hasan, “kapıyı açın, kapıyı açın” diye bağırdı fakat kapının diğer tarafında onu açacak hiç kimse yoktu. Cehennem alevi gibi bir anda parlayan ateşin arasında kalan Hasan, yere yığıldı. Kızıl bir dumana dönüşen hava gırtlağını yakarak ciğerlerine doldu ve orada kaldı.
Tek katlı evi yutan alevler tıpkı ortaya çıktığı gibi bir an da yok oldu. Binadan geriye hiçbir şey kalmadı. Ateş, betonu, demiri, tuğlayı yutup, geride bir şey bırakmadı.
Yangından geriye kül bile kalmadı. Sadece bir insana ait bir sürü kemik ve ateşin nedense yakmadığı küçük bir defter. Etraftaki insanlar şayet beş dakika önce bir anda başlayıp biraz önce sönen ateşe tanık olmamış olsalardı, yangının yuttuğu evin olduğu yeri alelade boş bir bahçe sanabilirlerdi.
O şaşkınlık anında yangından kurtulan tek şey olan defter hiç kimsenin gözüne çapmamış olacak ki, olduğu yerde kaldı. Ta ki ben, yangından bir hafta sonra taşındığım yeni evimde, bir yaz günü öğle uykusundan uyanıp balkondan bitişikteki boş bahçeye bakana kadar. Alev kırmızısı rengindeki kapağını fark edince önce bir defter olduğunu anlamadım. Yine de bahçede gördüğüm nesnenin ne olduğunu merak edip, üstümde pijama ve terlikle aşağıya indim. Defteri elime aldığımda kavurucu yaz güneşinden dolayı sıcaktı. Sıcaklığı parmak uçlarımı yaktı. Olur ya bir sahibi vardır diye etrafıma baktım. Kimsecikler yoktu. Elimde defter ile tekrar eve döndüm. Buzdolabından çıkardığım sürahiden bir bardak soğuk suyu doldurup içtim. Salona geçip kanepeye oturdum.
Defterin kapağını çevirip ilk sayfasını açtım. Boştu. Sonraki sayfayı çevirince aşağıdaki notları gördüm.
07.06.2013
“Ben Hasan, gök ile yerin arasındaki bu evde, yalnız yaşayan Hasan. Herkesi gören ama hiç kimsenin görmediği, herkesi duyan ama hiç kimsenin duymadığı Hasan… Bir gün ölürsem –ki bu kesin- yokluğunun farkına hiç kimsenin varmayacağı, miras aldığı bir günahın kefareti olarak çektiği hastalığın acı ve kederinin rüzgârında üşüyen Hasan.
06.08.2014
Atalarım nasıl bir günah işlediler ki şimdi, bu çaresiz hastalığın ruhum ile bedenimde açtığı acı ve ızdırap çukurunda debelenip durarak, kefaretini ödüyorum?
Ne zaman başladığını hatırlamıyorum, belki de doğumundan önce, daha bir cenin iken gelip beni buldu. İlk kandamlasında yeşeren ve beni geldiğim yokluğa tekrar dönene kadar terk etmeyecek, sönüp kurumayacak bu hastalık.
07.08.2015
Doğduğum günden beri tenime yapışan, kanımda dolaşan, ruhumda tutuşan bu azabın sebebini bilseydim şayet tanrının affına nail olabilirdim.
Benim tanrım sadece apaçık itirafta bulunarak yapılan tövbeleri kabul eder. Mağrifet dileyen, işlediği günah ne ise itiraf edip af dilemelidir yoksa tövbesini kabul etmez.
Yapmadığımı mı sanıyorsunuz? Binlerce, onbinlerce kez avuçlarımı göğe ve yere çevirip atalarımın işlediği ve bana miras kalan günah için af diledim. Bana, aracı melekler her seferinde günahımın ne olduğu sordular. “Bilmiyorum” dedim, “bilmiyorum.”
“Bilmen gerekli!”
“Siz söyleyin”, dedim, duymadılar.
04.12.2016
Bir kurtuluş yolu bulmalıyım. Bir çare… Yoksa, yoksa…
Bir lanet olmalıydı ya da büyük bir ceza. Lanetin ya da cezanın sebebini hiçbir zaman öğrenemeyecek olmam benim en büyük suçum olarak kalacak ve bu suçun bedelini yaşadığım her an ödemeye devam edeceğim.
06.11.2017
Ah çaresizlik, senin göğün ne kadar da karanlık!
Dünyanın günü sabah başlar, insanın uyanınca… Uyandığımda gün gece mi, yoksa gündüz mü bilmiyorum. Bildiğim göğümün hep karanlık olduğu. Uyanık kaldığım zaman boyunca şişip duran kalbimin patlamasını, akıp giden kanımın kurumasını, gerinen tenimin parçalanıp ufalanmasını istemekten başka dileğim yok.
11.07.2018
Etrafımdaki herkes dünyanın işleri ile meşgul, yaşamın ırmağından içip dururken ben kasabın kancasında bacaklarından asılan derisi yüzülmüş ve parçalanmaya hazır kadavrayım. Çektiğim acı o kadar büyük ve dayanılmaz ki zihnimin kıvrımlarında biriken birkaç bilgiyi, geçmişe dair birkaç anıyı hemen yakıp yok ediyor. Çocukluğun cennetinde dolaştım mı, gençliğin pınarından içtim mi, yetişkinliğin sofrasında oturdum mu bilmiyorum. Kayayı dağın doruğuna doğru taşıyıp, doruğa varmasından hemen önce yorulup tükenen; kayası doruktan aşağıya, başlangıç noktasına geri yuvarlanan adamın hikâyesi benimki.
13.06.2019
Şimdi bu satırları okuyan kişi benden tarif bekliyordur. Hastalığımın tarifini. Ama şunu unutmuştur. Tarifini yapabilirsem çarenin kapısı aralanacaktır. Şayet kapı aralanırsa rüzgâr olur, bulut olur, duman olur o aralıktan sızar kendimi çarenin serin sabahına bırakırdım ama nafile. Eşi görülmemiş ve görülmeyecek olan hastalığımı tarif etmek için yeterli sözcükleri düşünmeme imkân verecek zamana asla sahip olamayacağım.
Düşünme, zamana ihtiyaç duyar, sonra bilme de zamanın sonucudur. Benim asla sahip olamayacağım zamanın…”
13.07.2020
Bugün daha önce binlerce kez yaptığım gibi yine avuçlarımı yere ve göğe çevirerek, tanrının beni bu azaptan kurtarmasını diledim.
Diğer seferlerde olduğu gibi yine aracı melekler kapkara göğü delen bir ışık şeridi ile aşağıya indiler ama bu sefer “günahın nedir?” diye sorulmadı. Yanındaki diğer ikisini görünmez kılacak kadar aydınlık saçan ve benim ilk defa gördüğüm melek, öfkeli bir tebessümle bana seslendi.
“Kurtuluşun ancak yok oluşunla mümkün!”
“Kabulümdür.”
“Cehennemin alevini bu dünyada tadacaksın. Yakıcı alev ile yok olacaksın.”
“Ne kadar sürecek?”
“Kısacık bir an.”
“Şükürler olsun, şükürler olsun!”
“Son dileğin nedir”
“Bilinmek istiyorum”
“Kabul”
“Peki ne zaman?”
“Yakında, çok yakında” dedi ve odamın içini 47 yıldır dolduran karanlık geri geldi.
Şimdi, çaresiz bir hastalıktan ibaret olan beni yutup yok edecek cehennem ateşini beklerken, sevinç ve korku varlığımı sırayla sarıp, yer değiştiriyorlar.
Notlar burada sonlanıyordu. Sonraki sayfaları çevirmem nafileydi.
Defterin geriye kalanı boştu ve son notun tarihi bir hafta öncesine aitti.
——–
Aralık 2020 Çanakkale