Kaz Kebabı

M.A. Cemalzade
Çeviren: Dariush Salehi

Nevruz gecesiydi. Bu, işyerinde birinin terfi alma zamanın gelip çattığı anlamına geliyordu. İş arkadaşlarıyla, kim terfi alırsa bunun şerefine bir ziyafet verecek ve arkadaşlarına şahane bir kaz kebabı ısmarlayacak diye sözleştik. Arkadaşlar da bu yemeği afiyetle yiyip karşılığında terfi alanın sağlığına duacı olacaklardı. Şansıma, terfi bu defa bana çıktı. Ziyafetten yani arkadaşlarla anlaştığımız bu kaz meselesinden, hemen çiçeği burnunda eşime bahsettim. Eşim de “İş arkadaşlarına düğünümüz şerefine de bir yemek borçlusun. Bu defa çok iyi bir yemek ısmarlayıp onlara minnet borcunu ödemen lazım. Yalnız bir sorunumuz var, evde sadece on iki kişiye yetecek sayıda çatal bıçağımız var. Bu durumda ya bir takım daha almalıyız ya da misafirlerin sayısı on birden fazla olmamalı ki seninle beraber oniki kişi olsun.” dedi

Ben de ona “Bu nevruz gecesinde para durumuzu sen daha iyi bilirsin. Bütçemiz asla yeni kap kacak almaya müsait değil. Arkadaşlarım da en az yirmi üç, yirmi dört kişi olurlar.” dedim.

“Bir ordu koca adam da çağırılmaz ki! Sen en iyisi sadece üstlerini çağır, diğerlerini de es geç.” dedi.

“Allah allah, hiç yakışık almaz bu. Yazık adamlar ayda yılda bir kere böyle bir şansa sahip olmuşlar. Allah bilir nasıl da kaz kebabı yiyeceğiz diye umutlanmış gün sayıyorlardır. Yan çizer de vazgeçtim dersem gözümü çıkarırlar maazallah! Ne dersin? Bir tanıdıktan ödünç çatal bıçak takımı mı alalım? takım kap kacak alalım mı?” dedim.

Kızarak “Böyle bir düşünceyi aklına bile getirme! Evimizde vereceğimiz ilk yemekte ödünç hiçbir şeyin eve girmesine asla izin vermem. Uğursuzluk getirdiğini bilmiyor musun? Allah korusun ilk çocuğumuz ölür!”

“O vakit tek çaremiz var o da misafirleri iki ayrı günde ağırlamak.” dedim.

Eşim de bu teklifi kabul etti. Dolayısıyla nevruzun ikinci günü ilk grubu, üçüncü günü de diğer grubu çağırmaya karar verdik.

Bugün Nevruz’un ikinci günü ve her türlü ziyafet hazırlıkları bitti. Söz verdiğim kaz kebabı dışında arpa çorbası, kuzu kebabı, iki çeşit pilav ve birkaç çeşit de sulu yemek hazırlandı. Eşimin çeyizi olan o yumuşacık yatakta uzanıp keyifle Sadık Hidayet’in o eşsiz öykülerini okumaktaydım. Tam keyif çatıyordum ki eşim içeri girdi ve “Mustafa adında kale direği gibi bir adam kapıda. Senin kuzenin olduğunu ve bayramlaşmak için geldiğini söylüyor” dedi.

Mustafa annemin teyzesinin, dıdısının dıdısının dıdısıydı… Yirmi beş yaşlarında, elinden bir iş gelmeyen, kalın kafalı, serserinin teki ve tarif edilemeyecek kadar çirkin biriydi kendisi. Ne zaman konuşmak istese kızarıp renkten renge girerdi ve konuştuktan sonra boğazında bir havan tokmağı takılıp kalmışcasına ağzı açık kalırdı. Allahtan yılda sadece bir defa onun cemalini görme şerefine nail olurdum.

Eşime “Allah aşkına daha uykudan uyanmadığımı söyle de bu gulyabani kılıklı herifin belasından kurtar bizi.” dedim.

“Beni hiç ilgilendirmez. Kötü mal sahibinindir. Vallahi direk gibi de olsa basbayağı öz kuzenindir. Ne yapacaksan kendin yap. Ben senin akrabalarınla muhatap olmayacağım diye ant içtim. Hele hele, bunun gibi gulyabani kılıklı biri ile hiç!” dedi.

Başka çarem olmadığını anladım. Hem bu birkaç metelik umuduyla kim bilir ne kadar uzak bir yoldan gelen aç susuz zavallıyı geri çevirmek Allah’ın da zoruna giderdi. Kendi kendime “Böyle mübarek bir günde akraba ziyareti yapmazsan ne zaman yapacaksın?” diye söylendim.

Ona seslenip içeri buyur ettim. Başını eğerek kapıdan girdi. Maaşallah beyefendi daha da bir büyümüştü. Boyu daha uzun, ağzı yüzü biraz daha çirkin olmuştu. Kirli yakası içinden yukarı uzanan boynu tencerede pişmekte olan zavallı kazın boynuna benziyordu. Her ne kadar sakal traşı olmuş olsa da, gömleğinin yakasından bir parmak uzunluğunda sarı, kızıl ve kumral kıllar dışarıya fışkırıyor nve küflenmiş bir kuşkonmaza düşen yaban otları gibi boynunun ve boğazının etrafından kıvrılıp yükseliyorlardı. Kıyafetlerini hiç anlatmayayım! Sadece şu kadarını söyleyeyim ki epey bir yıkandığı belli olan pantolonunun diz bölümündeki kumaş, bir karış çapında incecik olmuş ve öyle bir şişmişti ki hakikaten her biri altında birer karpuz gizlemiş gibi duruyordu.

Bu acayip mahlukatı inceliyordum ki eşim telaşla içeri girdi ve “Sen yalnız bir tane kaz alıp getirmişsin be adam! Ben bu kazı bu akşamki misafirler için pişirsem yarınki misafirler için ne yapacağız? Hepsine kaz kebabı sözü vermedin mi sen?!” dedi. O an doğru söylediğini ve büyük bir hata yaptığımı farkettim. “Yarısını bugün, yarısını da yarın pişirip servis etsek olmaz mı?” dedim.

“Sen dalga konusu olmak istiyorsun galiba? Kim görmüş kazın yarısı sofraya gelsin? Kaz kebabının asıl olayı büsbütün ve dokunulmamış sofraya gelmesidir.” dedi.

Gerçekten de öyleydi… O an durumun vahametinin farkına vardım. Biraz düşündükten ve istişare ettikten sonra, çarenin, geç olmadan bir tane daha kaz bulup almak olduğunu anladım. Kendi kendime “Bu Mustafa her ne kadar kalın kafalı olsa da, Tahran gibi koca bir şehirde bir adet kaz bulmak da Amerika’yı keşfetmek ya da Rüstem’in belini kırmak kadar zor bir iş değildir. Bu kadarını da becerebilir artık.” diye düşündüm.

Sonra ona döndüm: “Mustafacığım kendini göstermenin zamanı geldi. Ne pahasına olursa olsun, bana bir tane iyi kaz alıp getirmeni istiyorum. Kaf dağının ardında bile olsa o kazı bulmalısın.” dedim.

Mustafa her zamanki gibi önce biraz kızarıp bozardı. Sonra, sesi, tıpkı suyunu ayarlarken bir nargileden çıkan fokurtu sesi gibi, kesik kesik, boğazının kıvrımlarından dışarı çıktı.

Beyefendinin buyurduğuna göre kaz kebabını unutmalıymışım. Çünkü yılın bu bayram gününde tek bir dükkan bile açık değilmiş.

Çaresiz bir halde sordum “O zaman ben ne yapmalıyım?” O yine az önceki ses tonu ve şivesiyle, yutkunduktan sonra: “Vallahi bilmem! Siz bilirsiniz ama bence misafirliği iptal edin.” dedi. “Allah sana akıl fikir versin. Misafirler bir saat sonra gelmiş olurlar. Nasıl iptal edeyim?” dedim. “Hasta taklidi yapın. Onlara doktor yataktan çıkmayı yasakladı deyin.” dedi.  “Daha bu sabah birkaç tanesine telefon açtım, şimdi nasıl hasta olduğumu söylerim?” dedim. “Kaz aldım ama köpek kaptı elimden” deyin. “Sen benim arkadaşlarımı tanımıyorsun. Çocuk değiller ki onları nasıl kandırayım?” dedim.  ‘Bizi hiç ilgilendirmez. Bir tane daha kaz alsaydın. Hatta söyle bakalım köpek nerde? Biz kazın hesabını sorarız ona!’ diyeceklerinden eminim” dedim. “Evdekilere söyleyin hiç kapıyı açmasınlar. Sonra Hazreti Masume türbesine ziyarete gitmiştik dersiniz.” Baktım artık saçmalamaya başladı. Hemen çekip gitmesini istedim ve ona: “Mustafa, senin bayramlığını da hazırladım. Al bu parayı ve hemen git. Bir an önce amcam ve yengeme selamlar

ımızı söyle. Onlara yeni yıl dileklerimizi ilet.” dedim.

Yalnız anlaşılan o ki Mustafanın aklı başka yerdeydi. Benim sözlerimi hiç dinlememişçesine yüksek sesle düşünüyormuş gibi: “Aslında misafirlerin kaza hiç dokunamayacakları bir durum olursa, yarın aynı kazı diğer misafirlerinize ikram edebilirsiniz.” dedi.

Bu söz başta çok boş gelse de, biraz düşünüp onu farklı açılardan inceledikten sonra, o kadar da mantıksız olmadığına karar verdim. Daha ince düşündüğümde, bu çözüm içime bir umut ışığı düşürdü ve içime çöken karanlık gecede cılız bir yıldız parlamaya başladı. Keyiflendim ve Mustafa’ya: “İlk kez senden doğru düzgün bir laf işitiyorum. Yalnız görünen o ki bu düğüm sadece senin elinle çözülebilir. Amma velakin öyle bir numara yapmalısın ki misafirlerden kimse kaza dokunmaya kalkışmasın.”dedim. Mustafa da bir neşelendi. Daha tam benim ne demek istediğimi, ve onun ipini hangi yöne çekmek istediğimi anlamamış da olsa mutluluğu yüzünden okunuyordu. Muhabbete devam ettim ve: “Neden oturmuyorsun? dedim. Biraz yaklaş bakayım. Gel şu yanımdaki kadife koltuğa otur. Söyle bakalım nasıl gidiyor? Neler yapıyorsun? Senin için bir iş ve iyi bir eş bulmamı ister misin? Neden lokum yemiyorsun? Buyur bu baklavalardan da ye.” diye ilgi gösterdim.

Mustafa uzun ve eğri büğrü bedenini kadife sandalyeye yerleştirdi. Kendini toparlayıp bu daha önce benden hiç duymadığı iltifatlar için teşekkür etmeye başlamıştı ki ben ona fırsat vermedim ve dedim: “Estağfurullah, bu sözler de ne? Sen benim küçük kardeşimsin. Bak, bugün buradan gitmene de izin vermeyeceğim. Benim misafirim olacaksın. Bir yıldır ne arıyorsun ne soruyorsun. Bizi tamamen unuttun, hiç benim bu şehirde bir kuzenim var demiyorsun. Anlaşılan o ki sen bizi sevmiyorsun. Mümkün değil bırakmam. Bugün öğle yemeğini bizimle yemen lazım. Şimdi eşime de söylerim benim güzel kıyafetlerden bir takım sana versin. Masada benim yanımda oturacaksın. Yalnız unutma, başlangıçlar, arpa çorbası, kuzu kebabı, pilav ve sulu yemeklerden sonra kaz kebabı sofraya geldiğinde, ‘Allah’a çok şükür, biz o kadar yedik ki patlamak üzereyiz. Vallahi billahi bir lokmacık yer kalmadı. Böyle tok karna bu güzel yemeği hiç ziyan etmeyelim. Kendim ve buradaki arkadaşlar adına sizden rica ediyorum bu yemeği mutfağa geri götürün. Söz, bu bahar günlerinde başka bir gün yine geliriz. Yalnız yemin olsun bugün bize biraz daha yedirirseniz buradan kımıldayamayız ve başınıza bela oluruz. Bizi öldürmek istemiyorsunuz her halde.’ ” de, diye tembihledim.

Sonra ben sana her ne kadar ısrar edersem edeyim sen kabul etmeyeceksin ve bir şekilde diğer misafirleri de kendi tarafına çekeceksin, tamam mı?” dedim.

Mustafa ağzını bir karış açmış boynunu doğrultmuş beni dinliyordu. Lafım bitince kendince tatlı bir gülümseme ile karşılık verdi. Bir iki kısa öksürükle sesini düzleştirdi ve dedi: “Çok iyi anladım. Her şeyin üstesinden geleceğimden emin olabilirsiniz.” dedi.

Yapacaklarını birkaç defa tekrar ettim ki unutmasın. İyice anladığından emin olduğumda üstünü başını değiştirmesi ve kendine çeki düzen vermesi için onu diğer odaya gönderdim. Ben de ‘Alacakaranlık’ kitabındaki öyküleri okumaya devam ettim.

İki saat sonra misafirler masanın etrafına eksizce dizilmişler, “yemek” fiilini ustaca çekimliyorlardı. Aniden kapı açıldı ve Mustafa üzerinde yeni kıyafetleri, kravatı, ayaklarında pamuklu çorapları ve parlak  botlarıyla tıpkı sarhoş bir tavus kuşu gibi içeri girdi. Yeni traş olmuş ve yüzündeki çukurları pudra ile kapatmıştı. Saçlarını taramış, burun, kulak ve boyun kıllarını kesmişti. Güzel kokular sürünmüş, parlıyordu. Adeta sinemanın en güzide yıldızlarından biri gibiydi ve bizim ziyafetimizi onurlandırmaya yanımıza gelmişti. En çok hayret ettiğim şey de o uzun boya benim kıyafetlerimin nasıl cuk diye oturduğuydu. Sanki kıyafetler onun beden ölçülerine göre dikilmişlerdi.

Mustafa beyefendi hazretleri olağanüstü bir tevazu ve saygı ile herkesle selamlaştı ve ağır adımlarla gelip kendi yerine yani benim yanıma oturdu. Onu, arkadaşlarıma başkentin fazilet sahibi ve üstün gençlerinden biri olarak tanıttım. Sorumluluklarının üstesinden çok başarılı bir şekilde geldiğini görünce de çok sevindim. Artık planladığımız numaranın da çok iyi yürüyeceği konusunda hiçbir kuşkum kalmamıştı.

Her şeyin yolunda olduğunu ima etmek için, bir kadeh içki doldurdum ve “Mustafa bey buyrun bu kadehle İsfahan Rakısında bize eşlik edin.” dedim.

Dudaklarını büzdü ve: “Ben sadece Fransa kanyağı içmeye alışkınım ama madem ısrar ediyorsunuz teklifinizi geri çevirmeyeyim.” dedi. Sonra kıvrak bir el hareketiyle rakıyı tek nefeste boğazından aşağıya dikti. Ardından kadehi bana doğru uzattı ve “Hiç de fena değilmiş. Tadı aynı Leningrad özel seri votkasına benziyor. Daha yeni Rus Chargé d’affaires’i bir kaç şişe ısmarladım. Açıkcası müthiş bir şey ama bu İsfahan rakısının da ondan eksik kalır yanı yokmuş. İran malı destek görürse yabancıyı geçer bile. Bir kadeh daha doldurun lütfen.” dedi.

Uzun lafın kısası, çok kısa bir sürede şişenin üçte ikisi ve daha bir çok içecek bu güzide ve üstün gencin midesinde yerini almıştı. Anlatmama gerek yok ki beyefendi yemekten de geri kalmıyordu. Kebabın etkisinden olsa gerek, adam inanılmaz bir şekilde değişmiş sanki evrim geçirmişti. Artık çenesi de iyice ısınmıştı ve kimseyi konuşturmuyordu. Yaptığı latifeler ve anlattığı hikayelerle sazı bir kere eline aldı mı hiç bırakmıyordu. Rakı anahtarı da dilinin düğümünü çözmüştü ve artık hiç kekelemiyordu.

Tahran’dan dışarıya hiç çıkmamış olan bu hadsiz adam öyle Şikago, Manchester ve Paris hikayeleri anlatıyordu ki az kalsın ben bile inanacaktım. Herkes pür dikkat beyefendiyi dinliyordu. Ardarda yuttuğu lokmalar da konuşmasına engel olmuyordu. Sanki boğazında iki delik vardı da biri yutmaya, diğeri de büyük laflar etmeye yarıyordu. Nevruz geleneklerinden konu açılınca da, daha dün yazdığını iddaa ettiği bir kaside okumaya kalkıştı. Kasideyi bitirdiğinde ‘Bravo!’ nidaları ve alkışlar birbirine karıştı. Edebiyat ve şiirde iddialı olan bir arkadaş ona yaklaştı, yanaklarından öptü ve ‘hakikaten ustasın sen’ dedi. Ardından ona ‘Mahlasınız nedir?’ diye sordu. Beyefendi bunu bir hakaret olarak algılamış gibi kaşlarını çatıp şöyle cevap buyurdu: “Ben mahlasın artık bitmesi gereken bir gelenek olduğuna inanırım. Ama rahmetli Edip Pişaveri’nin ısrarından ve hayatının son yıllarında bana karşı olan sevgisinden dolayı, onun önerdiği Üstat mahlasını seçtim. Yalnız bu mahlası çok sevmem ve kullanmam.” dedi.

Ardından salondaki herkes aynı anda ‘Hakikaten size yakışan bir mahlas olmuş.” dedi.

O esnada telefon sesi evi sardı. Üstat bey bendenize doğru şöyle dedi: “Büyük ihtimal arayan içişleri bakanıdır, beni soruyorsa: ‘Benim yemek masasında olduğumu, onu sonra arayacağımı söyleyin.” dedi. Fakat arayan yanlış numaraydı.

Onunla ne zaman kazara göz göze gelsek, kaş göz işaretleriyle ona haddini bildiriyordum. Ancak bu onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Gözleri sadece masada ve tabaklar arasında geziniyordu.

Artık arpa çorbası, kuzu kebabı, pilav ve mezeler yenip ve geğirme konseri ön hazırlıkları başladığına göre kaz kebabının gelmesi için uygun bir vakitti. Kalbim çok hızlı atıyordu ve içimden ‘Allahım ne olur sen kazı koru’ diye dualar ediyordum. Hizmetçinin içeri girdiğini gördüm. Elinde içindeki yağları cızıldamaya devam eden bir tabak vardı ve ortasında etli butlu bir kaz yatıyordu. Hizmetçi kazı masaya bıraktıktan sonra hemen çekildi.

Bütün aklım fikrim Mustafa’daydı. Olmaya ki kaz kokusu aklını başından alsın ve kontrolunu kaybetsin. Ama hayır, çok şükür aklı yerinde ve durumun farkında gibi görünüyordu. Kazı görür görmez misafirlere dönerek: “Arkadaşlar sizler de tasdik edersiniz ki sevgili ev sahibi bu hareketi yapmamalıydı. Şimdi hiç kaz kebabı sırası mı? Ben şahsen boğazıma kadar yedim ve artık bir lokma bile yiyemem. Cennet meyvesi bile olsa yiyemem. Buradan direk hastaneye gitmeye niyetimiz yok bizim. İnsan midesi bu, Gavhuni bataklığı değil ki içine ne kadar akarsa o kadar dolsun.” Sonra hizmetçiyi çağırdı ve: “Gel arkadaşım, arkadaşlar rica ediyorlar bu kazı al ve direk mutfağa götür.” dedi.

Misafirler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Taze kebap kokusu ortalığı sarmıştı ve katiyen ona karşı iştahsız değildiler. Tadımlık bile olsa bir lokma alıp tadını tuzunu, kuzu kebabı ile karşılaştırmak istiyorlardı. Fakat Üstat gibi beyefendi birinin sözleri karşısında da ellleri kolları bağlı hissediyorlardı. Ama tabii, evet demekten ve Mustafa’nın söylediklerini onaylamaktan başka çareleri olmadığını anladılar. Bizim numara tutuyordu galiba. Mustafa’ya “aferin aslanım!” deyip onun yağlı ağzını burnunu öpmek istiyordum.  Elinden tutup onun için iyi bir iş bulmaya karar verdim. Ama gösteriş için bile olsa balta gibi uzun bir bıçağı elime almıştım ve oğlunun kafasını kesmek isteyen Hz. İbrahim gibi ikide bir kaza hücum ediyordum. Yalandan Üstat beye “en azından bir lokmacık alın, tadına bakın lütfen. Yazık aşçımızın bunca emeği boşa gitmesin.” diye ısrar ediyordum.

Allahtan kasap kazın dilini de kafası ile kesmişti, yoksa zavallı kaz dile gelip benim gibi iki yüzlü ve sahtekar birine neler söylemezdi! Benden sürekli ısrarlarım ve Mustafa’nın reddedişleri sonunda, diğer misafirler de kazı mutfağa geri göndermek ve onun bütünlüğüne el uzatmamak konusunda hemfikir oldular. Her şey istediğim gibi gidiyordu ki birden: “Yalnız beyler, yazık değil mi, bu içi Baragan eriği ile doldurulmuş ve üzeri frenk yağı ile kızartılmış kazın tadına bakmamak olur mu hiç?” deyiverdim. Lanet olası ağzımdan bu laflar çıkar çıkmaz ilk önce bizim Mustafa atladı ve kazın bir kanadını koparıp onu sündüre sündüre yerken: “Madem içi Baragan eriği ile doldurulmuş ve frenk yağında kızartılmış diyorsunuz, bu kadar reddetmemiz yakışık almaz. Hatırınız için de olsa bir lokma yeriz.” Diyerek güzelim kazı midesine indirdi.

Diğerleri de sanki bu lafı bekliyorlarmış gibi kıtlıktan çıkmışçasına hep birlikte kaza saldırdılar ve göz açıp kapayıncaya kadar zavallı kazın ne eti ne kemiği kaldı. Midelerinde sindirilmeye başladı bile. Kısacası, utanmazlar onu öyle bir sömürdüler ki zavallı kazın bir gün yumurtadan çıkmış olduğuna ve varlık dünyasına ayak bastığına bin şahit isterdi.

İnsanın etobur bir hayvan olduğunu söylerler. Ama bu mahlukatlar kemikleri bile yuttular. Gerçekten sanki her biri yanında bir adet ek mide getirmişti. Kim inanırdı ki masadaki bu beyler iki saat boyunca ellerinde çatal bıçakla, bunca eti, deriyi, bakliyatı ve pilavı yutup tabaklarını bile yalamışlardı. On ikisi birden yediler ve ben zavallı kazımın lokma lokma bu akbabalara yem oluşunu ve işkembelerindeki mezarlığa gömülüşünü kendi gözlerimle gördüm.

Bu korkutucu manzara karşısında dilim damağım kurumuştu ve sahte gülümsemeler dışında elimden başka bir şey gelmiyordu.

Yine konuşmalar başlamıştı.Kazın midesine inmesiyle keyiflenen Üstat bozuntusu, benim ipek mendilimi cebinden çıkarmış, nazikçe ağzını silerek konuşmaya hazırlanıyordu. İsviçre ormanlarında avladığı bir yaban domuzu olsun, ordaki ünlülerle sohbetleri olsun, öyle hikayeler anlatıyordu ki sormayın. Diğerleri ise onun söyledikleri bir vahiymiş gibi dinliyor ve mütemadiyen “Vay canına” gibi iltifatlarda bulunuyorlardı.

Ben ise hala kazımın bir çırpıda yenilip yutuluş manzarasından kurtulamıyordum. İçimden bazen bir çenenin nasıl da kontrol edilemediğini, insanların nasıl da düşmanca davranabildiğini, dünyanın ne kadar kahpe ve bu Mustafanın nasıl bir yüzsüz olduğunu düşünüyordum ki telefon bir daha çalmaya başladı. Bir an dışarı çıktan sonra hemen geri döndüm ve sayın Üstat avcı beye: “Mustafa Bey sayın içişleri bakanı telefonda ve sizinle konuşmak istiyor.” dedim.

O da hiç taviz vermeden, kaderine boyun eğerek benim peşimden odadan dışarı çıktı. Odadan çıkar çıkmaz kapıyı kapattım ve sağlam  bir tokatın sesi yankılandı. Dua okuyan beş parmağımın resmi, bileğimle birlikte Üstat beyin kızaran suratına yapışıp kaldı. Ona: “Ulan evin yıkılsın, boğazına kadar tıkınmıştın ama kazı görünce yine dinden imandan çıktın! Ve senin gibi alçak biriyle sırrını paylaşan bana ihanet ettin! Vallahi bunu hakkediyorsun.” dedim ve bir tokat daha attım. Yemekteki üstat hallerinden eser kalmamaış bir halde kesik kesik bir ses ve her zamanki şivesiyle, “Kuzenciğim benim suçum ne? Biz konuşurken sadece kazdan bahsettiniz, hiç Baragan eriği ile doldurulup ve frenk yağında kızartıldığını söylemediniz ki… Tasdik edersiniz ki eğer suçlu biri varsa o da sizsiniz.” Dedi.

Öyle öfkelenmiştim ki gözüm hiçbir şey görmüyordu. Bu bahane karşısında şaşırıp kalmıştım. Kendimi kontrol edemedim. Kapıyı açtım ve bu kadir kıymet bilmeyen adamı, yağ tenekesinden çıkartılmış bir fare gibi dışarı attım. Sinirimin geçmesi için biraz bekledim ve avluda yürüdüm. Sonra yüzüme yalancı bir gülüş yerleştirerek misafirlerin olduğu odaya gittim. Misafirlerin yere yayılıp tavla oynadıklarını gördüm. Bütün akılları şeş, beş ve kapı almaktaydı. Onlara: “Sayın içişleri bakanı M ustafa beyi almak için özel araç göndermişti ve acilen gitmesi gerekiyordu. Sizinle vedalaşmadan gittiği için onun adına sizden özür dilememi istedi.”dedim.

Odadaki herk es onun gittiğine üzüldü. Onun ne kadar hoşsohbet ve güler yüzlü olduğunu anlattılar ve onun mükemmelliği üstüne konuşmalar yaptılar. Onu kendi ziyafetlerine çağırmak için benden adres ve telefon numarasını istediler. Ben de utanmadan hepsine yanlış numara verdim.

Ertesi gün, dün akşam kendi elimle en iyi kıyafetlerimden bir takımı içindekilerle, yani Üstat Mustafa beyle birlikte dışarı attığımı hatırladım. Ama yaydan çıkan ok bir daha geri gelmeyeceği için bir kez daha, o yüce “Bizdendir, bizim başımıza ne gelirse” sözünü hatırladım ve bir daha terfi peşinde koşmayacağıma kendi kendime söz verdim.