‘KARANLIĞI UZUN’ BİR ŞİİRDEN!..

AHMET GÜNBAŞ                                                                                                       

Arzu Demir’in, Arzu Alır zamanından kalma ilk şiir yapıtı olan Yalnızlık Üşür’ünde (2007) ne bulduğumu sormuştum kendime, ortaya ‘koca bir yalnızlık’ çıkmıştı. Bu sıradan bir yalnızlık değildi; dipsiz kuyusunun karanlığında bireysel bir ötekileştirmeyi de içinde taşıyordu. Şiirden Şiire-VIII  başlığı altında yaptığım değerlendirmede gözüme çarpan birkaç dizeyi bir daha duyurmak isterim size:

“kim verir,
şehre, kamyon arkasında gelen’

küçük kızın rengini” (s:7)

“kadınlık uzun hikâye
hiç oynamadığım çocukluk” (s:63)

“çığlığım kanıyor
her sabah ben kimim diye uyanırken” (s:43)

 O günden bugüne uzanan yalnızlık ekseninin en uç noktasını temsil eden Karanlığı Uzun⃰⃰  adlı son kitap, ne yazık ki sevgiyle gülümsemiyor, aksine tutunma savaşımı içinde engellere çarpa çarpa bir önceki çekinceleri pekiştiriyor. Yalnızlık ve kırgınlığın taşlaştırdığı bu omurgayı yakından görmek için, çok değil, kitabın başında ve sonunda yer alan, biri Ne Çok Küçük Şey (s:7), diğeri Ömürden (s:92) adlarını taşıyan iki şiiri irdelemek yeterlidir sanırım. Öyle ki birbirinin ardılı, bileşeni gibi duran söz konusu şiirlerde, içindeki çocuğu bir türlü dışarı çıkaramayan kimliği kuşkulu o mutsuz kadınla yine koyulgan bir karanlıkta karşılaşmak olası.

Geçen sürede insanlık iklimi biraz daha soğumuş, ilişkiler dondurucu bir hal almış, inançlar/özgüvenler pul pul dökülmüş, hem topluma bakışta hem iki insan arasında mesafede korkunç çatlaklar olmuş. Tüm iyi niyetine karşın dehşetli bir sevgisizlikle savrulan bir kadının öyküsünü anlayabilmek için,  “bilseniz / ne soğuktunuz / böyle kalın giyinmezdim / olmasanız””(s:7)  ya da  “bilseniz / ne çok bağışladım sizi / sevebilmek için” (s:8) gibi sarsıcı dizelerin şiddetini özümsemek gerek. Buradan Ömürden şiirine doğru yöneldiğimizde, yaranın biraz daha derinleşip genişlediğine tanık oluruz. Sözgelimi bireyi gizli gizli doğrayan, “hele ki / karanlığı uzun bir ülkeye doğmuşum” (s:92) ile “kürtmüşüm / kadınmışım / insana inanmışım” (s:93) dizelerine yol açan keskin bıçak pek öyle delil melil bırakmaz ortalıkta. Çünkü ötekileş(tir)mek, kendi başına oluşan bir olgu değildir. Bizzat nefret söylemiyle varlığını sürdüren bir insanlık suçudur. Kadının büyük ölçüde ötekileştirildiğini biliyoruz zaten. Aynı zamanda ‘Kürt’ kimliğinin yadsınmasıyla misliyle ötekileşen birinin ağır bir travma ile karşı karşıya kaldığını kabullenmek zorundayız. Böyle bir durumu içselleştirmek hiç de kolay olmasa gerek… Oldukça dayanılmaz ve can sıkıcı…  Bu durumu yaratanlar, suç işlediklerinin farkında bile değiller. O, bireysel olgunluğuyla olup biteni bağışlayıp diyalog için bir fırsat aradığı halde suçu işleyenlerden çıt çıkmıyor nedense. Ne çare ki ölülerle diyalogu andırıyor bu tür yaklaşımlar. Toplumun çoğunluğu ölü, kalanı da ölü taklidiyle meşgul, ağız dil vermiyor kimse. Böyle bir sığlıkta geri tepen her sözcük kuşkusuz yaraya dâhil. Gel, bir de sözcük terapisine çalışın sıkıysa!.. İnsan, birey, aşk, sevgi, barış, özgürlük, arkadaş, dost, vb sözcüklerini yeniden yerli yerine koyun da görelim. Üstelik “malum / havalar puslu yalanlar çift dilli” (s:16) ya da “insandan ölüm / günlerden savaş eksilmez” (s:17) gerçekliği içinde verilmeye çalışılan genel görüntü, kan ve gözyaşıyla karışık fotoğraflar sunmakta sürekli.  Ne var ki mutsuz görüntüyü doğuran nedenlerin başında aile yapısı geliyor. Yer yer kaçıp sığındığımız bu klasik yapının sevgisizliğin kökenini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Özellikle anneyi rol-model alan her genç kız, yaşamın iniş çıkışlarıyla yüzleştiğinde bunu daha derinden duyumsuyor. Açıkça yapma kişiliklerle oynuyoruz. Sanırım “aile / en güzel yalanı hayatımızın” (s:10) saptamasındaki hayret buradan geliyor. Doğal ki, “ben / anne yüzlü kızların / yetim çocukluğunda kalayım” (s:11) dileği de aynı bağlamda tek kişilik bir çıkış noktası olarak değerlendirilir.

Şair, “dil dilden öğrenir sevmeyi / sesi unutma” (s:12) şeklinde, özellikle nefret söylemini altüst edecek sorgulayıcı bir formül üretiyor kendince. Birbirimizin dilini/meramını bilmediğimiz sürece kör bir noktada kaldığımız aşikâr. Ne yazık ki o kör noktayı gölgeli bir alana çevirir karanlık güçlerin şiddet dili. Linç kültürünü pompalayarak durduk yerde duvarlar örerler halklar arasına. Ve en çok annelerle çocuklar etkilenirler bu şiddet sarmalından. Örneğin, bir anne ağzından dökülen şu dört dize, onca kırımın özeti gibidir:

 “ah
ah patiskalarda dinlenen taze ekmeklerle beklediğimiz
çocuklar
o aralık göğüne yanık kokusuyla dağıldılar” (s:20)

Kırımın seyri ve tarafı ne olursa olsun, masum ve mağdur kitleleri yakıp kavuran her kırım kuşkusuz insanlık acılarına kayıtlıdır. Bunun tek yönlüsü, çifte standartlısı olmaz. Bir katre empati geliştiremeyiz aksi halde. Vicdan yoksulu utancıyla aynalardan, belgelerden kaçar dururuz biteviye. Bu bağlamda, “onlara şefaat edilmedi azgınlıktan değil aşktandı hükümleri // yere diz vurdular / sol memelerinde hep bir oğul kurşunu / basma entarili / yazmaları tülden miğfer // sarsılmadı toprak / işte muzaffer toprak / amma toprak / beş vakit şehit emzirir” (s:25) dizelerinden ibaret özlü bir ileti taşıyan Ağıtanneler şiirini bu açıdan çok önemserim. Aynı düşünce ekseninde aklımı tarumar eden “vatan bölünmez ama kurşun geçirir” (s:26) tedirginliği tarihsel bir uyarı gibi durmakta. Buradan devamla, “noktanın açıldığı muamma / kalabalığız uzun uzadıya / ses çok anlam yok // cümlemiz cesetlerden başlıyor” (s:27) karamsarlığı karanlığı misliyle uzatmakta. Böylece daha iyi kavrarım yapıtın özünü. Çünkü şair büyük bir yanılma payıyla, “içimde bir hesap hatası // yok / avunmuyorum / oynamıyorum / aklamıyorum / ben bu günlerde bu dille / bir ölüyü giydiriyorum” (s:34) ıssızlığında bir yaşam belirtisine ulaşmak için dolanır durur. Bazen de sitemler yağdırır, kabuğuna/kalıbına sinmiş tepkisizliğin sahibine:

“ey betondan mezarı içinde
ömürden saklanan ölümlü
çiçekten korkuyorsan adsız öl” (s:35)

Bu üç dize bize, tekdüze bir akışla ‘toprak’la ‘beton’ arasına kıstığımızı gösterir. Yani topraktan sakınılan bir ceset, -yeni bir doğumun önünü tıkayarak- çiçeğe dönüşecek izi de yasaklamıştır kendine. Geniş anlamda sıradanlık, ha var ha yok bağlamında adsızlıkla eşitlenmiş olur böylece.

Karanlığı uzatan her olumsuzluk biraz daha bunaltır dünyamızı. Özellikle çocuk yüzleri gölgeleyen karanlık ciddi bir sorun olarak karşımıza dikilir. Neredeyse zindan karanlığıyla birleşen onca engele, tuzağa, yasağa karşın, baskı ve tahakküme meydan okurcasına bir umut kırıntısını koruma altına alır şair. Dahası “sıska çocuk” kimliğiyle direnen onurlu insanların ellerinden öper:

“ah saçmadan anlam çıkar şaibe istemem
umut sıska bir çocuktur celladın ipi kalın
bense bilerek suçun en can alıcı yerinde
her gece darağacını törpüleyen
öpüyorum ellerinden pişmanlığını insanın” (s:41)

Bir yanda “koynundaki ölülerin ağırlığı” (s:37) bir yanda “doğmamış çocukların” gelecek kuşkusu!.. Böyle bir yükle ve aklı harmanlayan gelgitsel acılarla yaşamı sorgulayan şairin tavrı çağdaş bir öncülüğü temsil eder. Çünkü her geri çekilmenin neden olduğu edilgenliğin bildik karanlığı biraz daha uzatacağının farkındadır.

İkili ilişkilerdeki kırgınlıklar da bir yenilgi gibi işlenir kadının tarihine. “Aşk en azılı yaramızdı / bildik kabuk olduk” (s:42 ortaklığı, bir hüznü dışa vursa da asıl yaranın kadının ve aşkın yabancılaşmasıyla derinleştiği vakidir. Ayrılık hışımla gelir ve biçer yemyeşil dallarını. Tıpkı bir dağın üstüne eğilmesi gibi o zorba gölgenin etki alanından kolay kolay kurtulamaz:

“bir dağ
kurar kalbine gölgesini
bir daha hiç uzayamazsın” (s:45)

Gayrı külrengi bir mevsimde nelerin yitirildiği hesaba kitaba gelmez. Şu kadar ki, “yalnızlığımdan öpüyordun / boynumla omzum arasından / tekin olmayan o çukur / hani sormadan gittiğin” (s:46) gibi ince bir kanama içlendikçe varlığını sürdürür.

Her bozgunda başa dönüldüğünde değişmeyen yazgının aynasıyla yüzleşilir.  Siyah örüklü bir kız ile anne arasına sıkışmış kadınca buruk bir gülümseme, ait olduğu yarayı tanımlar gibidir:

“kadınca gülüşüm
bir de anadan dilim
iki yol bilmez
siyah örüklerinde geçmişin” (s:51)

‘Karanlık’la anlatılmaya çalışılan, hiç kuşkusuz ölüm sessizliğine boyun eğen her kımıltının akıbetiyle ilgilidir. Tümüyle esmer bir dünyaya özgü yaşamdan, bir bakıma doğal olandan kopukluktur. Rengini, sesini soluğunu yitiren her şey karanlığı büyütür; dilini, geçmişini yitirir¸ ölü toplum’ içinde değersizleşir; kimliğini/benliğini unuturcasına soldurur. “Karanlık kadar kalabalık” (s:52) ya da ‘kalabalık kadar karanlık’ dediğimizde, insanın doğal ve sosyolojik yapısından eser kalmayan mat bir benzerliği konuşuruz.

Şair, bir yerde –yeniden doğuşun miladı olacak şekilde- karanlığın önüne geçmekle yükümlü sayar kendini. “Hasrette kayboluşu geçmek”se (s:55) o milada yavaş yavaş yaklaştırır arayışları. Elbette kolay değildir böyle bir noktaya gelmek. Yine şiirin önermesiyle, “çiğne acıyı / tükür / öğütülmeden evvel / bu tevekkül değirmeninde // bir ölümlü başka nasıl doğrulur” (s:53) sürecinde ölü bir ideolojiyi de arkamızda bırakırız. Devlet desteğinde karanlığın merkezi gibi duran dinsel ve geleneksel ahlak kuşatması da bu çırpınıştan payını alır. ‘Görmek’, eğreti perdeleri yırtarak gözümüzü gönlümüzü açan önemli bir fiildir bu süreçte:

“gördüm
tanrım
bıraktım ellerini
hayal kırıklığımsın
kavmim kardeşim ve dahi tüm beşer
kör inançlarla boğazlıyor birbirini
sense başındasın karanlığın
gitgide açılıyor aramızdaki mesafe” (s:66)

İnançların pul pul dökülmesi ruhsal bir yenilenmedir sanki. Gerçek açık seçik ortaya döküldüğünde ‘Tanrı’  kavramı da gözden düşer. Bu, insanın özüne, doğasına dönmesiyle ilgilidir. Yanılıp da yabancılaştığı her şey buzdağının çözülmesi gibi bir özgürlük havası yaratır ve ufkunu alabildiğine genişleti. Şair, içinde çırpındığı kaos halini ‘cinnet’ gibi görür. Ardından bir arınma eylemine girişir ki, “hadi dokuz kez yıkayalım dilimiz / hadi ırmaklara su dökelim bu gece” (s:69) önerisiyle kolların sıvandığı özgüvenli duruşta, öncelikle diline kavuşma hedefi yerleşik algıyı değiştirmede anahtar görevi görür. Geride kalan karmaşık dilin vebali ise Tanrı’ya çıkartılır:

“ah tanrım
koynundayken konuşmak günahtır şimdi
bizi içine niye düşürdün
kendini kuramayan cümleden” (s:71)

Zamanla, “küçük pencereleriyiz soğuk şehirlerin / arayıp duruyoruz ışığı / kör bir tay kadar ürkek” (s:75) soğukluğuyla yabancılaşma olgusunu doğuran her ayrıntıyı daha iyi anlarız. Süreğen mutsuzluğun kökenine indiğimizde; eli kolu bağlanan bireyin, kutsal aileden sürü topluma doğru gelişen buruk öyküsünü duyumsarız. Kişi adeta ezilmiş, kıyım kıyım kıyılmış, temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılmış, bir dizi yoksunlukla terbiye edilmiştir.

“doğduk
aynı havanda ezdiler
dili dini cinsi
iç içe geçti fakirliğimiz
aileyi işti devletti
sınırlar ezelî
tarihi bir pelteden ibaret
aynı suya eğilerek içtiğimiz” (s:75)

Kutsal aileden kutsal devlete doğru kadına biçilen kutsal yalnızlıkta, neredeyse bir sessizlik sağanağı ile karşılaşırız. Baskının temel öznesi kadını daha ağır vurur bu ölümcül sessizlik! Kendini tanıma faslında konumunu bilerek ve yaralarını gizleyerek konuşur içsesine yakın biriyle. Düşleri, hayalleri sınırını, haddini bilmek zorundadır:

 “kadın dediğin
tende çatlayan lastik ve biraz da düş
peygamber olacak değiliz ya deborah” (s:85)

Ayrıca kadın yalnızlığını merkez alan suskunluk çemberinde,  yalnızlığı doğru kullanmaya yönelik yarına çağrı çıkaran bir işaret fişeği gizlenir. Önemli olan görünmeyen gerçekliği ölçüp biçmektir:

 “devletler küçüktür  
yalnızlığımız büyük” (s:76)

Ayrılıklar, özlemler gibi özelde düğümlenen acılar da hep aynı mutsuzluğun göstergesidir. Solgun bir yaşam çizgisinin elinden fazla bir şey gelmez. Anılar da aynı solgunluktan alır payını. Göz kırpmakla çocuk büyütmek arasındaki ilişkiyi anlamak için anne yüreğine eşdeğer bir duyarlık taşımak gerekir:

“anımsayın
ne çok acıyı gülümseyerek uyuturduk
kaç kez göz kırptım da büyüdünüz” (s:77)

O yürek ki hep inandığı sevgi diliyle konuşur. Yıldız parıltısıyla izler sevdiklerini. Su gibi berrak ve akışkandır:

“kayboldum sanmayın
 su yolun kendisidir” (s:79)

“oğlum
sessizce söylüyorum özlediğimi” (s:81)

Şu iki dize, Karanlığı Uzun günlerin gecesinde aşkla kanat çırpmaya çalışan kahramanlığın özeti gibidir. Her türlü güçlüğe karşın o yalın ışığa doğru yürüdükçe,  –şeytan işi de olsa-  aşkla var olmanın tadını duyurur okuyana:

“aşk ki en muhkem yurdumuz
İblisle aynı gülün dibinde yatıyor” (s:86)

Sonuçta, bir adı süreğen acıyla eşitlenen “karanlığı uzun”  her türlü kötülüğün er geç yıkılacağını muştular bize şair.


⃰ Kar, “Şiirden Şiire-VIII”, Kasım/Aralık 2008, sayı:18

Karanlığı Uzun – Arzu Demir, Öteki Yayınevi, 1.basım, Temmuz 2021