Nihat Altun
(Yibo Günlükleri)
İnsan, vazgeçse de eskilerden; yâd etmiyor, özlemiyor değil… Bu, bir çalı bitkisi de olabilir, eğri büğrü bir patika da. Gönül, mazinin daima kalınlaşan çökeltisinden bir şeyleri seçer, enikonu yaşar yeniden onları. Aklımdan kalan çokça kekre sevinç… En çok kuş cırnağı, at toynağı ve kağnıların tahta tekerleklerine sebat etmişti yıllar yılı bizim şu kadim güzergâh. Kimlerin ayak izine aşina olmamıştı ki. Şimdilerde kayıp ve silik…
Yosunlu derenin yatağı dar gelince o da ödünç verdiğini geri aldı peyderpey. Zaten eskiye dair ne kaldı ki elimizde. Dere, yolu aldı. Ford 5000 çayır, tarla işlerini yüklendi. İri bacaklı, kahverengi lekeli, sakallı tay kuşları görünmez oldu sarı buğday tarlalarında. Yüreğimizin stepleri katur kutur sabah akşam… Bir tek boz dağlarımız ve gümüşi göğümüz eksilmedi. Sular ve bulutların da hâlâ eski mabetlerinde olması sevindirici.
Şükürle bilenen ruhumuzun kederle nasırlaşmasına mani olmak en büyük cihetimiz… O sıcak yazdan, bu kıtlık kıran yaza dönenip duran dünya genişti belki. Biz, henüz bilmiyorduk coğrafik anlamda enlem ve boylamları. Bütün bunlar tanışmadan önceydi gurbetin ağrılı sızılı iklimiyle.
Taşlı, toprak yolların dar ve kıvrık bedenlerinde taşımacılığının en modern aracı sayılan traktörlerin eksik olmadığı yıllardı. Değişen, dönüşen bir yaşam yuvarlağındaki insan, makineye hükmedebiliyordu artık. Her köyde bir traktör bulunuyordu muhakkak. Köylerin düz arazide bulunan tarlaları, çayırları ve harman yerleri traktörlere emanetti. Gün geçtikçe ilkel yöntemler yavaş yavaş terk ediliyor, modern tarım teknikleri iyice kanıksanıyordu. İşler, bu sayede tez zamanda görülüyordu çünkü.
Makineler, koşum hayvanlarının ağır yükünü alınca, onlar da onca yılın eziyetinden kurtulmanın sevinciyle son günlerini özgürlüğün tadını çıkararak geçiriyordu envai çeşit nebatın süslediği meralarda.
Hatırladıklarımın en yalın kadarıyla bizim köyde de işlerin seyri bu şekildeydi.
Mavi kaportalı, beyaz çizgili, yuvarlak gözlü, kertikli arka tekerlekleri değirmen taşlarından daha geniş olan, tok sesli Ford 5000 köyümüzün ilk ve tek traktörüydü. Köye ne zaman getirildiğini bilmiyorum, ama onunla ilgili her şey duruyor hafızamın orta telinde. Ford’un liderlik ettiği beş tonluk bir römorku, uzun ağızlı, şiş göbekli, iki tekerlekli kırmızı bir batözü, ekim, biçim işlerinde kullanılan çok sayıda aleti vardı.
Traktör ailesinin bu dişli dişsiz, uzun kısa, yuvarlak düz bireylerini yakından görme olanağımız sınırlıydı. Onun varyemez, geveze, hırbo sahibi çocukların traktöre dokunmasına kolay kolay müsaade etmezdi, yanaşanı görünce kıyametti kopartırdı âdeta. Gene de onu görme olanağımız hepten imkânsız değildi. Hasat mevsimi gelince traktör sayesinde cebi dolan sahibi de uysallaşırdı. Bize de gün doğardı o vakit. Harman yerlerine yanaşan traktörü yakından görüyor, inceliyor, seviyor ve fırsattan istifade ederek usul usul dokunuyorduk ışıl ışıl parlayan kaportasına.
Traktör, uzun ağızlı batözünü arkasına bağlayıp harman yerlerini dolaştıkça, bizler de onun meraklı, küçük takipçileri olurduk her saniye.
Kırmızı batöz buğday, arpa yığınlarına yanaştırılıp belindeki makaraya kayış bağlanınca ilk işaretle birlikte traktöre gaz verilirdi. Kasnaklar ve bilyeler seri şekilde döndükçe heyecandan öleceğimizi zannederdik. Açıkçası biraz da korkardık ilk çalışma anındaki çıkardığı iç gıcırdatan homurtusundan.
Yüksek devinimli kalın, uzun siyah kayışın gelgitleri arasında dirgenin dişlerini toprağa sabitledikten sonra sapını da kayışın yanağına yapıştırarak dengeyi sağlamak için tehlikenin kenarında birkaç saniye dimdik duran adama baktıkça korkunun debisi yükselirdi yüreklerimizde.
Toz, duman, saman üfüren batözün uzun ağzının altından cesaret oyunlarına başlardık ve bir iki geçişten sonra toz toprak içinde kalırdık baştan ayağa. Saman tozundan karıncalanan vücutlarımızı rahatlatmak için üstümüzü çıkarır, cıbıldak halde köyü iki yakaya bölen dereye koşardık. Bu macera pratiğimiz arttıkça çocuk ömürlerimizin kıyıları genişliyordu. Küçük mutluluklarımız, oyunlarımız, şarkılarımız, türkülerimiz, tatlı telaşlarımız, masallarımız, gizli aşklarımız, ellerimiz, ayaklarımız… Yazgımızdaki bütün düzler ve tezatlar el eleydi toprak damların duldasında. Fazlaca iyimser ve umutluyduk. Heybemizde bizi incitecek bir çakıl taşı bile yoktu.
Bugünden sonraya ayarlı bir düş haliydi bizimkisi kederden arınık. Sanki yarının sözü vardı bize? Hep aynı minvalde akıp giden küçük sevinçler bizleri terk etmeyecek, zulamızdaki çamurdan bilyeler eksilmeyecekti. Oysa zaman, ne çirkin anlar doğururdu sebepsiz.
Ford 5000 köyümüzün eli ayağı olmaya devam ediyordu. Doğrusu köyün medarıiftiharıydı, koşar adım hallederdi bütün ağır işlerini.
Bizimse çok şeyimiz… İzlemekten usanmadığımız mekanik oyuncağıydı çocukluğumuzun. Şimdi düşününce, bizleri o yolun başına sırtında taşıyarak getiren mavi kaportası birkaç beyaz desenle süslenmiş traktörden ne çok alacağımız varmış meğer. Tekerine taş değseydi de bizi götürmese miydi acaba? Neden diye, düşünürüm çoğu vakit.
Bizleri karmaşık ve ağır bir gurbet silsilesinin eteklerinde bıraktığından mı? Yoksa geceleri upuzun koridorlarında hayaletlerin kol gezdiği söylenen sarı benizli, üç katlı, çok odalı; ağaçsız, geniş bahçesi mıcırla kaplı, bahçe surları dikenli tellerle çevrili bina topluluğunun önünde indirip ardına bakmadan tıngır mıngır gittiği için mi?
Kimsenin amel defteri tutulmaz, ancak her zaman bize bir günahkâr seçtirir yaşam. Duvarların dili yoktur ki konuşsunlar. Kim melek, kim şeytan… Herkes kendini temize çekmeye uğraşır günbegün. Ben bugün bu satırları yazarken bile birçok şeyin müsebbibi olarak traktörü görüyorsam, demek ki bu dikenli kederde onun da payı var. Ya akıl yanılgısı ya da insanın ruh iklimi daralınca döner kendi çocukluğuna ve oradaki ilk fırtınanın kaydına bakıp bir fail arar. Çünkü çocukluk en çok aranılandır. Neşesi de kederi de yapmacık değildir.
Traktörün, yeşil branda ya da naylonla üstü çevrilip oturaksız bir otobüse henüz benzetilmemiş römorkundan aşağı atladığımızda sonbahar gri çemberler dokumakla meşguldü bozkırda. Dal bedenlerinden süzüle süzüle dökülen yapraklar, ölü yapraklar mezarlığına döndürmüştü ağaç çevrelerini. Kırpılmış tarlalar, binbir çeşit varlığın cümbüşüne sahne olurken kuşlar yakın gösteri uçuşları sergiliyordu ak bulutların perçemine dokunarak. Toprağın çıplak sırtında ağır aksak ve kol kola yürüyen karınca kolonisi kışlık erzaklarının peşindeydi. Ve bir tek bembeyaz kar hücresi daha düşmemişti anne bulutların rahmine.
Kış uzaktı, düş uzaktı, köy uzaktı. Ağır donanımlı bir yol ağzındaydık ve çok ruh kalıplarımız ipinceydi. Hafif bir kötücül rüzgâr nereye savurursa oraya yuvarlanacaktık. Yazgılarımızın ucu kıvrık sayfalarına hangi kederler düşecekti. Kim bilir…
Kar örtüsünün aylarca uyku tuttuğu dağların, asi fırtınaların, güçlü şimal rüzgârlarının kavruk çocukları bizler; üstümüze sinen kengerlerin, yarpuzların, yavşan otlarının, çirişlerin kokusuyla gelmiştik. Neylersin yol; on haneli, altmış beş nüfuslu uzak bir dağ mezrasından, ilkel esaslarla ırgalanan bir kasabaya düşmüştü.
Kimselere minnet etmeden kendi vakur çemberinde yazgısına direnen, toprağa yarı gömülü dam topluluğundan müteşekkil bu küçürek köy, dört küçük üyesinden mahrum kalacaktı bundan sonra.
Orası işte, bizim köy; kadim kültürümüzün yuvalandığı son meskendi. Toprağın bağrında ölülerimiz, üstünde yaşayanlarımız… Orayla kopuşumuzun başlangıcı aydınlık bir güz sabahının pürüzlü esintisinde başlamıştı.
İnsan umulmadık bir vakitte terk edip gider bazen. Ve en muhkem yerinden kopmaktır ayrılık. O bakir toprağın kokusu unutulur muydu geçmişin ağır heybesi terkimizdeyken?
Kasabanın kuzey yakasında bulunan yerleşkenin bahçe kapısından içeri girdiğimizde gün, öğleye çeviriyordu sarı topacını. Şaşkın, telaşlı gözlerle birbirimizi süzerek büyüklerimizin ardı sıra yürüyorduk. Babam, diğerleri, köy muhtarı ve biz çocuklar…
Toplam sekiz kişiden oluşan kafile, uzak bir dağ köyün ağır hikâyesini yularından çekerek kırık dökük yollardan geçiriyordu. Serhat, Devran, Mazlum ve ben; gördükleri karşısında gözlerini fal taşı gibi açmış, şehir elbiselerini giymiş sıfır numara tıraşlı dört esmer çocuk…
Devran dokuz yaşındaydı, yani benden bir yaş büyüktü. Diğerleriyle aynı yılın çocuklarıydık. En büyüğümüzle aramızdaki yaş farkı pek de göze çarpmıyordu, fiziksel özelliklerimiz birbirine yakın sayılırdı. Hepimiz aynı denklemin bilinmeyenleri gibi duruyorduk yan yana. Yazgılarımız da herhangi bir karşıtlık içermiyordu, aynı membadan akıyordu.
Gezegenimizin insan elinin değdiği parsellerinde doğan çocuklardan farklıydık belki de. İlk mektebe başlama yaşını çoktan doldurmuş, dünyalarının yüzölçümü doğdukları köyün sınırlarında son bulan çocuklar… İlk defa küçük gezegenimizin ince perdesinden haşarı birer çiy tanesi olup dışarı sızmıştık.
Kırmızı boyalı ön cephesinde birçok pencere bulunan üç katlı binanın gri parmaklıklı kapısından geçip, mektep idarecilerinin olduğu koridorlara doğru ilerleyince küf ve irin kokan bir yaşama ilk adımlarımızı atmış bulunuyorduk. Duvarlardaki önemli gün ve hafta panoları, yağlı boya resimler, yazılar; köşedeki eğreti tahta basamaklara dizilmiş yangın kovaları, kazma, kürek… Bizlere, görsellik dışında hiçbir anlam ifade etmeyen bir sürü eciş bücüş şekil, nesne…
Kayıt işlemlerimiz devam ederken bulunduğumuz koridoru bir baştan bir başa defalarca gezinip durduk. Kırık dökük oturakların, tükenmez kalemlerle, anahtar, makas ve çakılarla üstleri gelişigüzel çiziktirilmiş masaların olduğu sınıflara gizli gizli girip çıktık. Kara tahtanın çıkıntısındaki birkaç renkli tebeşir parçasını aşırmaktan geri durmadık. Ceplerimize attığımız bu tebeşirlerin ne işimize yarayacağını bilmesek de böyle bir aymazlıkta bulunmuştuk. Nedeni, niçini yok… Çocukluğun en düşkün tarafı belki…
Binanın içinde gördüklerimizin her biri ayrı dünyalardan izler taşıyordu. Ne mektep görmüşlüğümüz vardı ne de doğru düzgün siyah beyaz bir televizyon. Akümülatörlü bir radyodan dış sesleri duyabildiğimiz ölçüde başkalarının varlığından haberdar olmak ne garip… O anki bütün eylemlerimiz meraktan ileri gelmişti. İşlemlerimizin bir bölümü bitince vesikalık fotoğraf çektirmek için binadan ayrılıp kasabanın çarşısına doğru geniş adımlarla yürümeye başladık.
Önde büyükler, arkada biz çocuklar… Yürüyoruz, ama öyle neşeli çocuklar gibi değil, bilinmeyenin yarattığı kesif bir huzursuzlukla çalkalanıyoruz. Yürek paralayıcı bir eğriden geçiyor gün, peki suçlu kim? Bilmiyoruz veyahut anlamıyoruz… Babalar ve oğullar, birbirimizden öylece uzak ara yürüyoruz, el gibiyiz. Yalnızız, çünkü herkes kendi kabuğunun sessizliğinde yazgısını örmekte.
Çarşıya varıyoruz birkaç dakika sonra, her yer çok kalabalık ve her şey girift görünüyor. Çıfıt çarşısı demek yanlış olmaz. Aynı zamanda iğne atsan yere düşmez. Gölgelerin başları ve ayakları telaşlı ve birbirinden habersiz üst üste basıp dolaşıyor. Kavruk yüzlü, geniş omuzlu, bıyıklarının ortası tütün rengine dönmüş, tabiata kafa tutan esmer, kumral, sarı adamlar, entarili yaşlı kadınlar, bastıbacak çocuklar… Bu kızılca kıyamet gününde aynı anda kim çağırmış bunları? Şatafatlı bir cin düğünü dönüyor sanki orta yerde.
Tezgâhlara dizilen eşyalar durmadan karıştırılıyor, asfalt yoldan bir kuzu sürüsü geçiyor, yaşlı bir kedi ortalıkta umarsızca geziyor. Yüksek kaldırımda satılmayı bekleyen otlu peynir, çocuğunu sırtına bağlamış bir kadın, sıska atların çektiği faytonlar, dizi dizi meyve sebze tablaları…
“Erzincan üzümü, Iğdır elması, Kağızman armudu…” sesleriyle ayarı bozulan çarşı meydanının kendine has melodisine kulak kabartarak yumuşak adımlarla geçip gidiyoruz. Safdilliğimizden daha kopmamış çocuklarız, kaybolmak endişesiyle gözümüzü ayırmıyoruz büyüklerimizden.
Sonra daha az kalabalık dar bir sokağa saptık. Çarpık çurpuk beyaz harflerin gelişigüzel sıralandığı şaftı kaymış tabelası kir pas içinde olan, toprak damlı taş bir dükkân… Adını sonraları öğreneceğimiz ve ihtiyaç durumunda ara sıra yolumuzun düşeceği bu mekân, kasabada zamanı donduran ve suret kaydı yapan tek yerdi: “FOTO ŞEN”
Camekândaki çerçeveli siyah beyaz fotoğrafları görünce vesikalık fotoğraf çektireceğimizi anlamıştık hemencecik. Dükkânın tahta kapısından pata küte girmedik içeriye. İçimizden birileri dışarda beklemeyi münasip bulup kapıda durdu.
Biz küçükler, yaşamlarının bir “an”ı ilk defa plastik yarı saydam bir şeritte dondurulacak olmanın tam kıyısındaydık. Yüreklerimiz heyecan topları…
Dükkânın içindeki en büyük eşya, kumaşı eprimiş sandıklı bir ikili koltuktu. Duvarların yüzünde birbirini tanımayan insanların çerçevelere mahpus edilmiş fotoğrafları yan yana dizilmişti. Kim bilir hangi fotoğraf ne zamandan kalmaydı. Yanı başlarında sırlı bir düz aynayla yaşıt birçoğu.
Meşe tezgâhın gerisindeki sandalyesinde oturan adam elindekileri önündeki camlı bölmelere santim hesabı yaparak dizmeye çalışıyordu.
Bizleri, göz ucuyla süzüp büyüklerin selamına cansız bir “aleykümselam” ile karşılık verdi. Bir gözü bizde, diğeri işindeydi. Ne istediğimizi bekler bir vaziyette durması bile lakayıtlığını kapatmıyordu. Oldukça çelimsizdi. Elmacık kemikleri ince, uzun yüzünde ödünç gibi duruyordu. Çipil kara gözleri soğuk ve sivri, ketum; deyim yerindeyse buz gibi bir adam…
Muhtar, bu adamın ilgisiz tavrını beğenmemiş olacak ki sesini tonuna hoşnutsuz bir ifade ekleyip “Beybabam, şu çocukların vesikalık fotoğraflarını çektireceğiz, hele bir bak bize!” diyerek fotoğrafçıya gelişimizi tekrardan haber verdi.
İlgisiz adam elindeki işi yapmaktan gönülsüzce vazgeçti ve başını tam kaldırıp bize döndü. Cılız bir sesle, “Kaç kişiler?”diye sordu.
Babam, muhtarı beklemeden “Dört kişi… mektepten istediler kayıt işlemleri için.” deyip cevap verdi.
“Anladım.” dedi adam ve yüzünün rengi canlanıverdi. “Her birinin sekiz tane yakışıklı vesikalık fotoğrafını çekeceğiz.”
Bir anda tavrı yüz seksen derece değişen buz adam, fotoğraflarımızı derhal çekmek için başladı takım taklavatı hazırlamaya, bir baş işaretiyle onu takip etmemizi istedi.Dükkânın arka tarafında perdeyle kapatılmış bir bölmenin girişine dizildiğimizde içimize kınsız bir heyecan çöreklenmişti. Küt küt atan kalplerimizin iniltisini işiterek ölgün ölgün bakışıyorduk. Serhat yine kıkır kıkır gülüyordu. Diğer üçümüz utangaç ve telaşlı, çekingen…
Perdenin gerisine ilkin ben alındım.İki basamakla çıkılan bir yer; havası boğuk ve oldukça loş… Arka fonu eprimiş siyah kumaşla kaplanmış ampul ışığının bir noktada bütünleştiği ahşapları takır tukur eden alçak bir sahneydi. Seferden kalma tahta bir sandalye sahnenin tam ortasında; yapayalnız, eğreti…
Fotoğraf çektirmek için gelenleri bekliyordu. Hiç yüksünmeden ömrühayatını gelip geçen insanların kaydını tutarak geçirdiği malum…Yan duvardaki birkaç dişlik askılığa bir ceket, iki boyunbağı ve bir adet de siyah önlük üstünkörü dizilmişti.
Fotoğrafçı, makinesinin ayarlarını yaptıktan sonra askılıktaki eski püskü, kumaşı solmuş mektep önlüğünü bana uzattı ve “Bunu üstüne geçir çarçabuk.” dedi. Önlüğün boyun kısmındaki düğmeye bir halkası iliklenmiş beyaz yaka vardı bir de.
Dediklerini harfiyen yerine getirmek için önlüğü alır almaz yün süveterimin üzerine geçirip düğmelerini kapatmaya çalıştım lakin parmaklarım çok yavaştı. Bu durumda fotoğrafçı imdadıma yetişti ve el yordamıyla anında hazır etti üst başımı. Giyim kuşam tamamlanınca orta yerde duran sandalyeye nizami bir şekilde oturtuldum.
Fotoğrafçı, çekeceği karenin simetrisini oluşturmak için -kural gereği belki de- makinesinin gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Zanaatının inceliklerine sıkı sıkıya bağlı biri… İşiyle barışıktı. Epey uğraştırdım onu. Bir türlü istediği şekilde poz veremiyordum. Gözlerimi kırpıştırıyor, elimi yüzüme götürüyor, sandalyede yana doğru kaykılıyordum. Bir iki denemeden sonra başımı sağa sola oynatıp küçük bedenime iki numara büyük gelen önlüğü düzeltti ve hiç kıpırdamadan ona bakmamı istedi.
Azar yememek için elimden geldiğince onun buyruklarını yerine getirmeye uğraştım. Nedendir bilinmez, ömrümün bir karesi ilk defa mekanik bir gözde vuku bulurken o “an”ı alakasız, uzak yaşanmışlıklarla bağdaştırmaya meşgul olmaya başladı sersefil ruhum.
Ve hal böyle olunca bir kararda duramayan uzuvlarım uysallaştılar. Aniden zaman mefhumu değişmişti bende. Bugünün çok gerisindeydim. Kişiler hakeza…
Olduğum yerden çok uzakta nahoş bir hatıranın kıyısında olan biteni izlemekteydim. Makinesinin kayışı incecik boynunda bollaşan fotoğrafçı, bana belli zamanlarda köye gelen müfrezenin başındaki kumandanı anımsatması anlık bir benzetim olsa da o vakitleri yeniden yaşıyorum kuşkusuz. Boynunda dürbün sağa sola seğirtip duran bir adam bakışları çakmaktaşından kime değse alev alacak. Taş yüreğini elinde tutuyor âdeta. Gürül gürül akan bir öfke selidir ağzından fışkıran.
Dağa taşa, çoluğa çocuğa, gence yaşlıya tehditler savuruyor. Birilerini sığır siniriyle dövecek illaki. Yoksa rahat etmez an, köy meydanında dizdirilip küfür, dayak, öfke yedirilen herkes gibiyim. Hiç kımıldamıyorum, ağzım var dilim yok. Direktifleri beklerken som bir heyecanın pençesinde ruhum kıvrılıyor ve yaşamın bıraktığı tüm irinler akıyor içimin bulutlarında. Ve bilemiyorum, daha bir çoğalıyor muyum, azalıyor muyum kendimde.
Fotoğrafçının deklanşöre değen parmağı makinenin keskin ışıklarını ansızın “şak” diye patlatıverince yüzümün deltasına gerçeğin bin birinci kurgusundan sıyrılıp tuhaf bir çoğulluk hissediyorum sade yaşamımda. Böylece çeteleme ilk vesikalık fotoğrafım düşüyor, anında başarmanın verdiği bir rahatlık, hafiflik hücum ediyor üzerime. Ve ben heyheyli rüzgârdan kurtulup dönüyorum vahama. Zaman ve mekân doğru çizgiye çekiliyor.
Fotoğraf sahnesi eksiksiz tamamlanınca üzerimdeki önlüğü çıkarıp kalktım tahta sandalyeden. Kirpiklerime yapışan yarım bir gülümsemeyle arkadaşlarımın yanına vardım. Sonra onlar da aynı sahnede benzer biçimde ilk siyah beyaz fotoğraflarını iliştirdiler sıskacık dünyalarına. Arkadaşlarım o an nasıl bir ruh haliyle poz verdiler bilinmez. Benim zihin sarkacım halen sağa sola sallanıp duruyordu. Arınmamıştım tümüyle. Sanırım uyanık hafızanın kötü huyu budur: Fena hadiseleri ekseriya yaşatır hiç olmadık anlarda.
Hâlbuki ilk fotoğrafım çekilmişti ve bu iyi bir şey sayılmalıydı. Kuşkusuz öyleydi, bu yadsınamaz. Olmadı işte. Gülerken ısıran hayat, bize iyi günlerin kapısını hiç aralamadı sonrasında. Keşke ilk fotoğrafın buğusu o filmde tazecik kalsaydı ve biz o halde geri dönebilseydik kuş kadar dünyamıza.
Ağır kederimizin, dikenli ayrılığımızın güzün bu sıcak, tozlu gününde başladığını bilmek mümkün değildi elbette. Zamanın küçücük bir kareye sığdırılıp dondurulduğuna şahit olmak bir milattı kendi adıma. Lakin bazıları ertesinde çok mühim meseleler doğururdu. Bizimkisi kedere ve bilinmezliğe tavdı ve çokça şaibeliydi. Bilmiyorduk, yazgı nerede saklıydı. Kim malum dünyanın sevinçlerini örerdi, acılarını kutsardı. Gün doğar, çocukluk eksilir, insan eskirdi. En tuhaf sakinlikte yıldız ölüleri düşerdi bozkıra. Ve o çocukluktaki gökyüzü, ellerimizle dokunacak kadar yakındı. Sonra ıpılıktı, bembeyazdı, perçem perçemdi, emsalsizdi. Ne mi oldu o ışıltıya bilinmez. Lakin aynı kalmayacaktı hiçbir teli. O masumiyet, o mutluluk giderek küçülecekti. Göğün lacivert çizgileri birbirinden ıraksayınca peşi sıra biz de…