HABER ÖYKÜLERİ / KOKU

Resmî olmayan “mahallî idare” zamanları…  Mahallenin kendi kendini kurduğu, canlı bir organizma gibi içindeki herkes ve her şeyle, tüm varoluşu idare ettiği, yoksunluğun evlere eşit dağıldığı bir hayat: Sümerbank perdeli evler, divanlı odalar, çoğu kaçak olarak “yurda” sokulan türlü cam eşyaların konduğu el yapımı büfeler, arap sabunu kokulu marleyler, beyaz sabunla yıkanmış çamaşırların şenlikli kuruyuşu… Elle çevrilen dönme dolabıyla neşe satan adamın uğradığı kadar uğramazdı devlet -ah, ne ucuzdu neşe-. Arada uğrardı. Varlığını bir çift postalla gösterirdi daha çok. O zaman evlerde ışıklar kapanır, perdeler çekilirdi. Loş sokak duvarlarına vuran gölgesi, bulduğu bir boşluktan evlerin karanlık odalarına sızıp tavanlarda, eşyaların üzerinde bir şeyler arar gibi gezindikten sonra, girdiği yerden süzülüp çıkardı, kara bir duman gibi.  Sonra hayat kaldığı yerden devam ederdi… Çocuklar sokaklara bulanırdı.  4-5 katlı apartmanların karşılıklı birbirlerine bakarak, yan yana, omuz omuza dizildiği sokaklar. Arada tek tük, apartman öncesi zamanların izini taşıyan iki katlı ya da tek katlı evler, bugünden yarına kurulan cümleler gibi selamlardı mahalleyi.

Ahşap olduğu, ilk bakışta yıkık gibi duruşundan anlaşılan, simsiyah ya da zamanla kapkara hâle gelen tenekelerle kaplanmış iki katlı ev ise bir başka varlık olarak mahallenin girişinde, hiçliğe yükselen azametiyle öylece duruyor… Hep öyleymiş gibi. Hep oradaymış gibi. Hiçbir şey yokken o varmış gibi. İşte o evin tam karşısındaki yeni yapılmış beş katlı apartmana taşındık. Sürgün yılları. Babanın gittiği, bazen geldiği, ama çoğunlukla gelmediği; annenin kollarını kanat yaparak uçtuğu bilinçaltı zamanlar. Sığınak gibi içine girdiğimiz mahallede, ilk gözüme çarpan yıkılacakmış gibi duran ama yıkılmayacakmış gibi de duran o çarpık ev oldu, vuruldum. Kapkara mı, simsiyah mı, ikisi de. Hangi imge bir çocuğun hayalinden daha büyük ve güzel olabilir ki. Yerleştikçe genişleyen, genişledikçe boyut değiştiren mahalle, sarmaşık gibi kollarına alıyor. O teneke kaplı ev, ninni gibi uyutup her gece, karşılıyor masaldan dönüşte her sabah. Bir bakıyorum, o da bana bakıyor.  Sonra bakanın, o evde yaşayan ama bana göre evle birlikte yaşayan o çocuklar olduğunu anlıyorum. Kaç kişiler o evde, hiç bilmiyorum. Çoklar, onu biliyorum sadece. Anılar mı bulanık, yo, o yıllar bulanık. Öyle bulanık ki, televizyonlar siyah beyaz, sokağın asfaltı siyah, üstüne oyun çizgileri çizdiğimiz tebeşir beyaz; önlükler siyah, yakalar beyaz… Ama anne eliyle dikilmiş çiçekli elbiselerin fırfırlı etekleriyle dans eder gibi oynuyoruz o kara tenekeli evden çıkan çocuklarla. Baştan ayağa renkliyiz. Apartmanımızın köşesindeki akasya çiçeğe durmuş. Gövdesine yaslanıp çiçeklerinin balını emiyoruz. Dört yol ağzına açılan sokağımızın bir diğer köşesinde iğde ağacı. Ortalık renk ve koku harmonisine bulanmış. Giz dolu bir evren gibi önümde dikilen teneke eve giriyoruz her nasılsa. Rüyalarımda hep içine sızıyordum, ama şimdiye kadar hiç girmemiştim. Demir bir ağırlık bağlanmış gibi ağır ağır açılıyor kapı. Girişte sahanlık, çok karanlık. Bizle birlikte gelen güneş ışığının loşluğunda el yordamıyla seçmeye çalışıyorum hayalet sınırları. Ve o koku… Daha önce hiç duymadığım yoğunlukta bir şey. Şey, çünkü tanımıyorum kokuyu. Nereden geliyor, bilmiyorum. Neyin kokusu anlamıyorum. Kırık dökük eşyalar her tarafta. Yerleştirilmemiş de öylece atılmış ve olduğu yerde kalmış sanki. Gördüğüm hiçbir eve benzemiyor. Terkedilmiş bir yere, terk etmek üzere gelinmiş gibi. Halılar, kilimler örtmek için değil her an toplanıp gidilecekmiş gibi serili.  Bastığımız yer tahta, gıcırdıyor.  Merdivenler de öyle, yukarı çıkıyoruz.  Masaldaki fasulyeye tırmanıyorum sanki. Yukarı çıkıyoruz. Gerisi boşluk. O büyülü evden kalan tek şey, kara tenekesi ve koku…

Yıllar sonra… İstanbul henüz “kentsel dönüşüm” denen illüzyon ile tanışmamış ama yedi tepeli kent baştan aşağı bir değişim geçiriyor. Kendi kendini yıllarca idare eden mahalleler resmî el marifetiyle boşaltılıp çok katlı binaların emrine veriliyor. Devlet dikine gidiyor, kent dikine yükseliyor durmadan. Yığınla insan yerinden ediliyor. Toprak yok artık, arsa var ve hep satılık. Anadolu Yakası’nda bir yer. Telefonlar geliyor haber merkezine sürekli, “Bizi gönderiyorlar” diye haykıran, ağlamaklı. Gidip bakalım diyoruz. Verilen adresi bulmak epey zaman alıyor. İş makinelerinin büyük bir lokma ısırırcasına iştahla kopardığı toprağı, bu kez iştahsızca tükürür gibi fırlattığı yerlerden geçiyoruz. Şantiye her yer. Kısa bir süre öncesine kadar devam eden yaşama dair hiçbir iz kalmamış. Toprak delik deşik. Yer yer su birikintileri, çamur. Devasa binalar birbirleriyle yarışarak kibirle uzanıyor göğe. Yakınlarda bir yerde avuç içi kadar kalmış, başı sanki toprağa daha da eğilmiş tek katlı, daha çok barakayı andıran küçük küçük evler. Duvarlar, çatılar, pencereler yamalı. Tuğlalar görünüyor yer yer soyulmuş duvar aralarında.  Her tarafı gökdelenler tarafından sarılmış, sıkışıp kaldığı yerde nefes almakta zorlanan, zayıflamış,  avurtları çökmüş bir mahalle.  Gönderilme sırası onlarda, belli. Bir evin kapısını çalıyoruz. Kapı ağır ağır açılıyor, tıpkı yıllar önce çocukluğumdaki teneke evin kapısı gibi. İçeri buyur ediliyoruz. Ve o koku.  Evet, aynı koku. Bu kez tanıdık. Çünkü yerleşmiş hafızama, teneke evin kokusu. Bu koku, yoksulluğun kokusu, şimdi anlıyorum. Yoksulluğun bir kokusu var. Nem ile karışık. Islak. Her yere, her şeye sinen. Duvara, pencereye, cama, halıya, kilime, örtüye, masaya, aynaya, tavandan sarkan ampule, girdiği yerden başını çıkartan çiviye… Bir insan gibi yaşayan, nefes alan koku. Soluğunu her bıraktığında üşüten koku. Dokunsan tutabilirsin, öyle yoğun, varlık gibi.