Gözlüğümün Hikâyesi

Resul Pervizi
Çeviren: Dariush Saleh
i

Bu hatıra benim için hep canlıdır ve hafızamın kuytularında her zaman bir güneş gibi parlıyor. Sanki daha iki saat önce yaşanmışçasına, hiç aklımdan çıkmıyor. 

Sekizinci sınıfa gelene kadar, kravat ya da süs bastonlar gibi, gözlük de uygar adamların güzel görünmek için gözlerine taktıkları bir şey olduğunu düşünürdüm. Çok süslenip püslenen, dar paçalı pantolon giyen, Paris’ten kravat ithalat işi ile uğraşan ve insanların onu mösyö diye hitap edecek kadar yeniliğe aşırı ilgi gösteren dayım Golamriza, bizim sülaledeki gözlük takan ilk adamdı. Dayımın ayakkabı boyası, çatal, ve diğer frenk alışkanlıklarına olan ilgisi benim bu düşüncemi daha da güçlendirdi ve kesinlikle gözlük süs için göze takılan bir şey olduğuna inanırdım. Bu konunun cepte olduğunu düşünerek benim gittiğim okuldan biraz bahsetmek istiyorum. Benim boyum yaşıtlarımdan hep daha uzundu. Annem ne zaman ben ve ağabeyim için kıyafet almak istese yakınıp şöyle derdi: “Siz abi kardeş minare gibisiniz. Gökyüzüne çıkıp de ne yapacaksınız?” Ama gel gör ki uzun boyumun tersine gözlerim iyi görmüyordu. Tahtayı göremediğim için de bütün derslerde ilk sıraya oturmak isterdim. Yalnız siz de bilirsiniz ki sınıflarda ilk sıralar kısa boylu çocuklar içindir. Bu yüzden de her zaman sınıfta kısa boylu çocuklarla kavga halindeydik, fakat biraz şirret olduğum için, kısa boylu ve kilolu sınıf arkadaşlarım hep sınıf dışında başlarına geleceklerden korktukları için teslim olurlardı. Yalnız hepsi bu kadar değil. Bir keresinde bencil bir öğretmenimiz okul kapısının önünde bana öyle bir tokat attı ki sesi okul bahçesinin her yerinden duyuldu. Ben kulağımı elimle tutup ve tokadın acısından gözüm kararmıştı ki arsız hocanın bir iki sağlam küfür ardından şöyle dediğini duydum: “Kör müsün sen? Sadrazam oğlu musun yoksa? Hocayı sokakta görüp selam vermemek de neymiş?!”

Anlaşılan o ki, dün öğretmen bey sokağın diğer tarafından geçiyormuş. Ben de onu görmemiş selam vermemişim. Beyefendi benim kendisine karşı kibirli ve isyankar bir tavrım olduğunu düşünüp, şimdi intikam alıp bana ders veriyor. 

Evde de siftahsız değildim. Genelde yemek sofrasından kalktığımda, gözüm görmeyip, ayağım su bardağı ya da testiye takılırdı. Ya su dökülürdü ya da testi kırılırdı. Sonra benim yarı kör olduğunu bilmedikleri için sinirlenirlerdi. Babam kızıp küfür ederdi, annem sitem ederdi ve şöyle derdi: “İpini koparan deve gibisin, dağınıksın, dikkatsizsin, perişansın, hiç ayağının önüne bakmazsın. Ya önünde kuyu olsa ve görmeyip içine düşsen?” İşin aslı kendim de yarım kör olduğumu bilmiyordum. Herkesin bu kadar görebildiğini sanıyordum.

Dolayısı ile küfürlere aldırmazdım. İçten içe kendimi serzeniş ederdim ve “biraz dikkatli hareket et! Bu ne biçim iş? Sürekli ayağın bir şeylere takılıyor” derdim.

Başka olaylar da oluyordu tabii ki. Futbolda asla ilerleyemiyordum. Diğer çocuklar gibi ayağımı havaya kaldırıp, topa vurmak için nişan alırdım. Ama ayağım hiç bir zaman topa değmiyordu. Çocuklar da bana gülerlerdi. Ben ama bunu kaldıramıyordum. En kötü olayı bir gösteri gecesinde yaşadım. Bizim illüzyonist Hüseyin gibi biri geldi Şiraz’a. İnsanlar deste deste onun illüzyonlarını izlemeye gidiyorlardı. Gösteri, Şahpur okulunun gösteri salonundaydı. Müdür yardımcısı bana bir tane beleş bilet vermişti. Halbuki sadece en iyi öğrencilere hediye bilet verirlerdi. Sevinçten havalara uçacaktım. Akşam vakti oraya gittim. Yerim salonun en arka sıralarından birindeydi. Yerime oturdum ve gözümü sahneye diktim. Gözlerimi kısmıştım ve çok dikkatli bakıyordum. Adam sahneye geldi. Kutusunu çıkardı ve oyuna başladı. Bütün etrafımdakiler hayret içindeydi. Hem gülüp hem alkışlıyorlardı. Ama ben ne kadar gözlerimi kısarsam kısayım doğru düzgün göremiyordum. Sadece bulanık bir şeyler görüyordum ve onun ne olup ve neler yaptığını seçemiyordum. Aciz ve çaresizce yanımdakine soruyordum: “Ne yapıyor şimdi?” O da ya cevap vermiyordu ya da “kör müsün kendin bak!” diyordu. 

Ben o akşam diğer çocuklar gibi olmadığımı fark ettim. Ama derdimin ne olduğunu bilmiyordum henüz. Sadece bir kusurum olduğunu hissediyordum ve bu his beni çok dertlendirmişti. Ne yazık ki bir kere bile olsa kimse derdimi anlamaya yeltenmedi. Bütün körlüğe işaret olan olayları, benim sakarlığım ve dikkatsizliğimden olduğunu düşünürlerdi. Kendim de onlar gibi düşünüyordum artık.

Şehre göçüşümüzün üzerinden birkaç yıl geçmiş olsa da bizim ev hâlâ köy havasını koruyordu. Nasıl ki eskiden liman köyünde yaşadığımızda, bir anda çölden on on iki kişi atla, eşekle bize misafirliğe gelip günlerce kalıyorsa, şimdi Şiraz’da da aynı şey oluyordu. Babam iflas bayrağını çekmiş olmasına rağmen bu eski alışkanlığını terk etmemişti. Evimize ipotek koyulup, eşyalarımız spotçuya satılmış olsa bile bizim evdeki misafirler eksilmiyordu. Güneyden yola çıkan her sahipsiz insan önce bize uğrardı. Allah rahmet eylesin, babamın derya deniz bir kalbi vardı. Delikanlılıkta şah gibi davranırdı. Saatini satıp misafirlerini ağırlıyordu mesela. Bu misafirlerden biri Kazerunlu meddah bir kadındı. Bayramda ise oynak şarkılar okurdu. Çok dilbaz ve meraklı biriydi. Tatlı dilliydi ve hikâyeler anlatırdı. Biz çocuklar onu çok severdik. Ne zaman gelse mutlu olurduk. Akşamları hikaye anlatırdı. Bazen türkü söylerdi ve evdeki herkes ona eşlik ederdi. Kimseden korkmayan dobra biriydi ve birinde hoşuna gitmeyen bir şeyi de düpedüz onun yüzüne söylerdi. Annem onu çok severdi. Öncelikle ikisi de Kazerun’uydular ve Kazerunlular birbirlerine çok destek olurlar. İkincisi, hep annemi savunurdu ve annem için sürekli babama “Neden iki eşin var? Nasıl bu kadının üstüne kuma getirdin sen?” diye söylenirdi. Kısacası sevilen bir misafirdi. Tabii ne kadar dua kitabı varsa her zaman yanındaydı. Bu kitapları bir beze sarardı. Bir de gözlüğü vardı. O eski model badem şeklindeki gözlüklerden. Gözlüğü çok eskimişti tabii. Çerçevesi de kırılmıştı. Yalnız yaşlı kadın kırılan gözlük sapı yerine, gözlüğüne bir tel yapıştırmıştı ve gözlüğü takmak istediğinde bir ipi telden geçirip kulağına sarıyordu. Ben yaramazlık yaptım ve kadının odada olmadığı bir gün onun eşyalarını karıştırdım. Önce kitaplarını dağıttım. Sonra söz ettiğim gözlüğü onun çantasından çıkardım. Onu gözüme takıp ve komik göründüğüm halde ablama şaklabanlık yapmak istiyordum. Benim için unutulmaz bir andı. Gözlüğü gözüme taktığım an dünya değişti. Her şey başka türlü oldu. Bir sonbahar günü ikindi vakti olduğunu hatırlıyorum. Cılız ve sarı bir güneş vardı. Ağaç yaprakları kurşunla vurulan askerler gibi tek tek düşüyorlardı. Ben o güne kadar ağaçtan bir yaprak yığını dışında bir şey görmemiştim ama o an yaprakları tek tek görebiliyordum. Odamızın karşısındaki duvarı hep düz ve tuğlaları birbirine karışık biliyordum ama o gün güneşin kızıl ışığı altında tuğlaları ve onların arasındaki derzi görebiliyordum. Nasıl bir keyifti anlatamam. Sanki bütün dünyayı bana vermişlerdi. Hayatımda bir daha o an ve o lezzet gibi bir şey yaşamadım. O dakikaları hiç bir şeye değişmez oldum. Öyle mutluydum ki birkaç defa kendi kendimi sıktım. Neşeliydim ve atlayıp zıplıyordum. Yeniden doğduğumu ve dünyanın benim için başka bir anlam ifade ettiğini hissediyordum. Mutluluktan sesim boğazımda düğümlenip kalıyordu. Gözlüğü çıkardım. Dünya yine gözümde bulanıktı. Ama bu sefer mutlu ve kararlıydım. Gözlüğü katladım ve kabına koydum. Anneme hiç bir şey demedim. Ona tek kelime edersem gözlüğü benden alacağını ve nargile sopasıyla bir kaç tane bana vuracağını düşündüm. Kadının bir kaç günden önce gelmeyeceğini biliyordum. Gözlük kabını cebime koydum ve yeni dünyayı görme mutluluğuyla okula gittim. İkindi olmuştu. Bizim sınıfın yeri çok güzeldi. Okulumuz eski bir konaktı. Bir turunç bahçesi vardı. Odalarının çoğunda duvarda ayna işlemesi vardı. Bizim sınıf evin en güzel odalarından biriydi. Penceresi yoktu, tıpkı eski pencerelerdeki gibi renkli camları olan bir penceresi vardı. Akşam güneşi bu camlardan içeri giriyordu ve sınıf arkadaşlarımın masum yüzleri bir yüzüğün üzerindeki renkli taşlar gibi parlıyordu. 

İlk ders arapçaydı. Arapça öğretmenimiz, hayatından bir asır geçmiş tatlı dilli yaşlı bir adamdı. Şiraz’da okula giden benim bütün yaşıtlarım onu tanır. Ben artık gözlerime güveniyordum ve ilk sıraya oturmaya çalışmadım. Gittim ve sınıfın son sırasına oturdum. Gözümü gözlükle denemek istiyordum. Bizim okul, şehrin aşağı mahallelerinde olan bir zengin okuluydu. Bu yüzden de lise seviyesinde pek öğrencisi yoktu. Her geçen yıl biraz daha öğrencileri azalıyordu. Bu öğrenciler ekmek kazanmayı edebiyat ve tarih okumaya tercih ediyorlardı. İşin doğrusu hayat onları okulu bırakmaya zorluyordu. Bizim sınıfımızın de pek bir öğrencisi yoktu. Sınıfta on sıra olsa da, bütün öğrencilerin geldiği halde sadece ilk altı sıra dolduruluyordu. Ben gözlüklü gözümü denemek için onuncu sıraya oturmuştum. Benim bu yaptığım yaşlı öğretmeni meraklandırmıştı ve dersin başında hep gözünün yanıyla bana bakıyordu. Yaramazlık sabıkama bakılırsa meraklanmakta haklıydı da. Kesin kendi kendine şöyle düşünüyor: “Ne oldu de bu yaramaz çocuk her zamanın aksine sınıfın sonlarında oturuyor? Kesin bir planı var.” Çocuklar da biraz şüphelenmişlerdi. Özellikle beni daha iyi tanıyanlar. Benim ilk sıraya oturmak için yıllardır savaştığımı biliyorlardı. Her şeye rağmen ders başladı. Öğretmen tahtaya Arapça bir cümle yazdı ve karşısına bir tablo çizdi. Tablonun ilk hanesine bir kelime yazdı ve kelimenin karşısında açılımını yazdı. Bu fırsatı ganimet bildim ve cebimdeki kutuyu çıkardım. Dikkatlice gözlüğü kabından çıkardım ve gözüme taktım. İpini bir kaç defa kulağımın etrafına sardım. Yüzüm gerçekten de komik olmuştu. İri yarı yüzüm ve gagalı koca burnum hiç gözümdeki badem gözlüğe yakışmıyordu. Bunlar bir yana, gözlüğümün sapları, tel ve ip de ayrı bir hikayeydi ve değil sadece durduk yere duvar çatlağına bile gülen öğrencileri, kederli insanları bile güldürebilirdi. Öğretmen ilk cümleyi yazdıktan sonra, sınıfın tepkisini ve anlayıp anlamadıklarını görmek için öğrencilere doğru döndü ki aniden gözü bana düştü. Hayretler içinde tebeşiri elinden bıraktı ve bir dakikaya yakın öylece bana ve gözlüğüme baktı. Ben ama uçuyormuşçasına keyif içinde boğulmuştum ve olanların farkında değildim. Evet, ilk sırada oturunca zar zor tahtayı gördüğüm halde, şimdi son sıradan bile tahtaya yazılanları bülbül gibi okuyabiliyordum. 

Kendi dünyamda büyülenmiştim ve etrafımda olup bitenlere hiç aldırmıyordum. Benim bu soğuk kanlılığım ve öğretmenin bakışlarına aldırmamam onu benim kesin bir yaramazlık planım olduğu düşüncesini daha da güçlendirdi. Bunun benim bir oyunum olduğunu ve şaklabanlık yapıp sınıfı güldürmek istediğime inanıyordu kendisi. Aniden saldırgan bir puma gibi yürümeye başladı. Bu öğretmenimizin koyu bir Şiraz aksanı vardı ve sokak dili konuşmakta ısrarlıydı. Bana doğru yürürken o özel aksanıyla “Vay be! Eşek herif! Şaklabanlar gibi maske mi taktın?” dedi.

Öğretmen konuşana kadar sınıf sessizdi ve tahtaya bakan çocuklar arkalarında ne olduğundan haberleri yoktu. Fakat öğretmen bana kızınca, sınıf de ne olduğunu anlamak için arkaya döndü. Sınıftakiler benim gözlüğümü gördüler ve bir anda sanki deprem olmuş ve dağ yıkılmış gibi dehşet verici bir ses yükseldi. Bütün öğrenciler kahkaha atıyorlardı. Bu da öğretmeni daha bir sinirlendirdi. Gerçekten benim bütün bu oyunları onunla alay etmek için düzenlediğimi düşünüyordu. Çocukların gülmesi ve öğretmenin saldırısı beni kendime getirdi. Tehlikeli bir olayla karşı karşıya olduğumu düşündüm ve hemen gözlüğümü çıkarmak istedim. Elimi gözlüğüme götürür götürmez, öğretmen bağırdı: “Sakın dokunma, seni bu taktığım maskeyle müdüre götüreceğim. Senin çöpçü olman gerekiyor, velet. Sen nerede, kitap ve okul nerede? Çek git sokakta serserilik yap.” Sınıf gülmekten kırılıyordu ve ben şaşkınlık içinde kalakalmıştım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Gözlük gözümde ve budala gibi öğretmene bakıyordum. Bu sefer gerçekten sinirlenmişti. Geldi ve benim sıramın yanında durdu. Bir eli ceketinin belindeydi ve diğer eli tokat atmaya hazır vaziyette havaya kalkmıştı. “Defol dışarı! Haydi! Kalk yerinden!” diye bağırdı. Kara bahtlı ben de yerimden kalktım. Hâlâ gözlük gözümdeydi ve sınıftakiler gülüyorlardı halime. Biraz kendimi geriye çektim ki öğretmenin tokadı yüzüme değmesin. Kıvrak bir şekilde öğretmenin önünde kaçarken birden yüzüme bir tokat indi. Gözlüğümün ipi koptu, gözlük bir kulağımdan asılı kaldı ve daha komik bir manzara ortaya çıktı. Asılı gözlüğü almak istediğim sırada öğretmen arkadan bir iki tane tekme attı. Çıtımı çıkarmaya fırsatım yoktu. Kendimi hemen sınıftan dışarı attım. Müdür, müdür yardımcısı ve Arapça öğretmeni toplantı yaptılar ve uzun bir görüşmeden sonra beni okuldan atmaya karar verdiler. Bunu bana söylemeye geldiklerinde yarı kör olduğumu söyledim onlara. İlk başta bana inanmadılar ama o kadar dürüstçe söylemiştim ki sözlerim taşı bile yumuşatabilirdi. Yarı kör olduğuma inandıkları zaman beni okuldan atmaktan vazgeçtiler. Öğretmen de aynı aksanla “Gözün çıkmasın çocuk, daha önce niye söylemedin. Yarın okuldan sonra Şah-çerağ camisinin oradaki gözlükçü Süleyman’ın dükkanına gel!” dedi.

Ertesi gün, bir ömür çektiğim eziyet ve önceki gün gördüğüm aşağılanmadan sonra, okuldan çıkınca Şah-çerağ camisi kapısının yanındaki gözlükçü Mirza Süleyman’ın dükkanına gittim. Arapça öğretmenimiz de geldi. Gözlükleri tek tek Mirza Süleyman’dan alıp benim gözüme takıyordu. Sonra da “Bak oraya. Şah-çerağ’ın saatndeki küçük akrebi görüyor musun?” diye sordu. Sonunda bir gözlük gözüme denk geldi ve küçük akrebi görebildim. On beş geran verdim, gözlüğü Mirza Süleyman’dan satın aldım ve gözüme taktım. Böylece ben de gözlüklü oldum.