Gelecek

Ezgi Duman

Sevdiğimiz bir arkadaşımız vardı. Ben birkaç yıldır tanıyordum, Cemil yıllardır. Beyaz yakalı olamamaktan bile o kadar sıkılmıştı ki bir oyuncak atölyesi açıyordu. Tesadüf bu ya atölye açılışı kendisinin doğum gününe denk gelmişti. Bir cumartesi, hem açılış hem doğum günü kutlaması olacaktı. O cumartesi büyümüş de küçülmüş iki çocuk el ele oyuncak atölyesine gideceğiz, sadece mum üfleyip pasta yiyeceğiz sanmıştım.

Oysa bu kadar neşe, belki de mutluluk ikimize de korkunç bir rahatsızlık veriyordu. Bunu da basbayağı biliyordum. Hâliyle çıkmadan önce yine olanlar olmuştu. Kavga, kıyamet… Suçlamalar, can yakmalar, canı yanmalar… Ben sesimi yükselttim, sonra öteki… Dışarı çıktık çıkmasına, atölyeye doğru yola düştük fakat kavga hâlâ konuşmadan sürüyordu. Suratımız beş karış, hınçla, öfkeyle yürüyorduk.

19.15 Beşiktaş vapuruna anca yetiştik. Hınçla ve öfkeyle yürümesek yetişemezdik. Her şeye rağmen beraber vapura bindik. Üst katta, açık alana yakın bir yere oturduk. Cemil’in hâlâ suratı asıktı, bense hafif yumuşamıştım. Vapur, Boğaz, akşam kızıllığı, beraber 19.15 vapurunu yakalamak derken barışmak gelmişti içimden. Cemil’e baktım, gülümsedim, konuşmaya çalıştım. “Bu kadar da mutluluğu hak ediyoruz”, dedim içimden ve tekrar baktım. O hâlâ öfkeliydi. Kafasını çevirdi, karşıya bakmaya devam etti. Sonra tekrar göz göze geldik. “Tamam” dedim,  “sonunda kalbi yumuşadı galiba, bundan sonrası el ele koşturmaca”. Oysa öfkesi yerli yerinde duruyordu. “Biz, hele ki ben hiçbir şeyi hak etmiyorum”, der gibi baktı. “Ben sigara içmeye çıkıyorum”, dedi. Sesim içime kaçmış hâlde “tamam” diye mırıldandım. Her şeye rağmen tuttuğu elimi bırakıp, dışarı çıktı.

Yıkılmış hissetmiştim, yine. Göğsüme o habis ağırlık çökmüştü. Çığlık atmak istedim, çok kalabalıktı, utanırdım. Kendimi yerlere atmak istedim, o da olmazdı, çok ayıptı. Cemil’in yanına gitsem hiç anlamazdı. Aklıma birden Ali’yle yaptığım bir konuşma geldi. Kendisi sevdiğim bir arkadaşımdı. Şimdilerde uzaklardaydı ve pek görüşemiyorduk. Ancak ara ara yazışır, konuşur, hayata küfrü basardık. Önceki gün Ali -yine bir küfür etkinliği sırasında- “ah Leyla, canım ne istiyor biliyor musun?”, “şöyle her şeyden ve herkesten çekip gitmek, kaybolmak tamamen, tanıdık herkesin geride kaldığı yepyeni bir hayat kurmak…”, demişti. İçimden dedim: “Dayanamıyorum artık madem, Ali’nin dediğini yapayım, çıkıp gideyim her şeyden. Kardeşime bir mesaj atarım ‘iyiyim, gidiyorum bir süre yokum’ diye. Kaybolurum. Hem İstanbul’dayım. Kaybolmak için daha güzel şehir mi var?”

Ayağa kalktım hızlıca. Aşağı inip, çıkışa yöneldim. Vapur yanaşır yanaşmaz kalabalıkla beraber inecek ve kayıplara karışacaktım. Cemil’i de verdiği acıyı da, hâliyle mutluluğu da geride bırakacaktım. Belli ki bunu yapmak için bütün hayatımı geride bırakacak kadar daralmıştım.

Girişte durdum. Güneş artık batmıştı. Gri, kararmaya yüz tutmuş gökyüzünde kızıllık namına bile renk kalmamıştı. İstanbul’un en güzel yerine bakıyordum, Dolmabahçe Sarayı  hafif solumdaydı. Devamında bir sürü tarihi yapı sıralanmıştı. Sağ taraftaki manzaram Ortaköy Camii’ne kadardı. Vapurun yanaşmasına çok kalmamıştı ve gittikçe daha fazla heyecanlanmaya başlamıştım. Cemil’in beni bulacak vakti kalmamıştı artık. Bulmak isteyecek miydi, o da muamma… Belki kalktığı yere yapayalnız geri oturacak ve derin bir “oh!” çekecekti, “oh be sonunda gitmiş”.

Vapurdan o kalabalıkla beraber yapayalnız atacağım adımı düşündükçe kalbim güm güm atıyordu. Gözyaşlarıma da mani olamıyordum. Hangi duyguyla ağladığımsa meçhuldü. O sırada, büyük yük gemilerinden biri sol taraftan yanaştı. Bir hayli uzun ve yüklü, bordoya çalan soluk kırmızı renklerin çoğunlukla sarıp sarmaladığı bir gemiydi. Hâliyle bizim vapur yavaşladı yavaşladı, hatta neredeyse durdu. Mecbur geminin geçişini bekleyecektik. Bu duruma ne üzüldüm ne sevindim, hatta öfkelenmedim bile. “Kendisine hazırlanacak bir gelecek yok”, diye mırıldandım sadece, öylece hareketsiz durup.

Üç beş dakika sonra Cemil arkamda belirdi. Sinirli ve meraklı bir hâldeydi. “Ne yapıyorsun burada, seni arıyorum”, dedi. Bir ân anlatmak istedim: “Anonimleşmek, kısmen de olsa yok olmak, sahneyi terk etmek istedim, gidiyordum senden de”, diyecek gibi oldum… O ân kırmızı yük gemisiyle göz göze geldik. Önce gemiye sonra Cemil’e gülümsedim, “manzarayı izlemeye geldim”, dedim. Öfkesi geçmemişti yine de. O bana göre çok inatçıydı onu da biliyordum. Boş verdim… Manzaraya döndüm tekrar, sağ elimle sol elini tuttum. O da hafif sağa doğru manzaraya döndü. Beraber kırmızı yük gemisinin gidişini ve vapur yanaşırken karışımıza çıkan o muhteşem İstanbul manzarasını izledik.

Tam o sırada gençten, esmer, dalgalı saçlı bir çocuk omzuna dokunarak Cemil’e seslendi. Kısa bir merhabalaşmadan sonra, elindeki fotoğraf makinesini işaret ederek, arkamızdan fotoğrafımızı çektiğini söyledi. Bizi öyle, el ele ve akşamın ilk saatleri, Boğaz’a bakarken görünce çok etkilenmiş, görüntüyü çok romantik bulmuş ve fotoğraflamak istemiş. “İsterseniz silebilirim fotoğrafı”, dedi. Birbirimize baktık. Cemil ne düşündü bilmiyorum. Ben karmakarışık düşünceler içindeydim. Ama az önceki kaçma isteğimden eser kalmamıştı. Bilakis kalmak istiyordum. Tam orada ve o fotoğrafta… Seviyordum çok…

Fotoğrafı silmemesini hatta bize de göndermesini söyledik. Tesadüf edecektik bir gün bir yerde. Çocuk bize teşekkür etti, biz de ona. Hissetmiştim, Cemil’in de kalbi yumuşamıştı sonunda. Elimi tutuşundan, nefes alışından, sevişinden belliydi. Sonra geri manzaraya döndük. Artık pek manzara kalmamıştı gerçi. Kırmızı gemi çoktan gitmiş, vapur yanaşmıştı. Görevliler halatı kıyıdaki akşama sarıyordu. Sonra üstü ahşap demirden merdiven indi. Vapurdan indik Cemil’le beraber. Bu kez Beşiktaş Meydanı’nda, öbür yakada ve suratımızda birer gülümsemeyle el ele yürüyorduk. Bir oyuncak atölyesinde, mum üfleyip pasta mı yiyecektik bilmiyordum, ancak mutluydum. Aklımdan bir kez daha geçiverdi: “Kendisine hazırlanabilecek bir gelecek yoktu”. Neticede ‘bütün mümkünlerin kıyısındaydık.’