Veysel Başçı
11 Mayıs 1996 Cuma. Hazar Denizi’nin kıyı kenti Mazendar’a bağlı Ramser’in Cevahir köyünde saat gecenin on buçuğu. Pencerenin önünde siyahlarla duran kadın, sigarasından çektiği dumanı bir kez daha üflüyor buğulanan karanlıklara doğru ve kafasındaki düşünceleri tekrar okuyor kısık bir sesle. Koca evin terasa bakan odasındaki sessizliği bozan şey, Hazar’ın köpürmüş dalgaları ile duvardaki ahşap saatin zamanı sallayan gondolu oluyor o an. Sigarasından bir yudum daha çekiyor kadın ve o iri gözlerinin ucuyla bir daha duvardaki saate bakıyor. Dışarıdaki soğukta bekletemeyeceği iki yetim kız çocuğunu düşünüyor ve toprak altında minicik bedenleriyle üşüyen kurtları ve birazdan kendisini kuçaklayarak ısınmayı hayal eden kutsal ağacın yapraklarını da. Aylardan Mayıs ama kuzeyin soğuğu hâlâ hissediliyor.
Kadın bahçeye vuran loş ışıklar ortasındaki ceviz ağacında sallanan ipi seçmeye çalışıyor gözlerini kısarak ve pencereye sırtını dönüyor, ağır adımlarla odanın ortasındaki çalışma masasının başına geçiyor. Masada gelişi güzel duran müsveddelerdeki mürekkebin şerit gibi alt alta dizildiği cümleler, gözlerinin önüne hayatını getiriyor bir anda. Sigarasını sertçe küllüğe basan kadının gözü, müsevvededeki, “Bir Evin Rüyası ve Bir Çürümüşlüğün Kabusu”başlığına takılıyor. Masanın ilk çekmecesini açıyor bu sefer de. Ağır nefrotoksik ilaçlarının yanında duran yeşil renkli iksirden bir tutam alarak ilk eşi Bijen (İlahe)’den kalan Mastro De Paja marka pipoya hava almayacak şekilde başparmağıyla sıkıca basıyor. Başlığın altındaki yazıya ilişiyor gözleri bu sefer de: “Çürüme başladığında, rüyalar kabusa dönüşür. Emanetin ayağı, güvenin toprağına basınca imandan geriye havada uçuşan toz tanecikleri kalır ki nereye konacaklarını bilmeyecek kadar şaşkındırlar. Rüyaların hiçbir yorumu olmaz orada. Kapılar arkaları görülecek şekilde kapanmaz, kendi etrafında dönerler sadece. Yollar da ulaşması gereken düzgün bir düzene kavuşamazlar.”
Duruyor kadın. Sonra iksirine tathir edici ateşle can verdikten sonra ilk nefesle Sadi’nin Gülistanı’na giriş yapıyor: “Alınan her nefes hayatı uzatır”diyor tebessümle, ardından devamını getiriyor, “verildiği zaman da vücudu ferahlatır, demek ki her nefeste iki nimet vardır, her nimet içinse iki şükür vacip”diyor o yoğun sis bulutunu tavana doğru üflerken. Başını sağ avucunun içine alarak duvara bakıyor sonra ve tekrar müsveddelere dönüyor: “Ucuz ekmek kuyruklarının yanından geçen otobüs dumanlarının tekrarladığı tek gerçek, insanların muzdarip oldukları bilinmeyen hastalıklarından sonra toksinlerini düşünmeleridir; Sohrab’ın ölümünden sonra gelen ilaç gibi!”
Kadın kağıtları karıştırmaya başlıyor. Eline geçirdiği bir diğer müsveddeyi bu sefer sesli okuyor: “Bizler hep geç varırız, geç varmak gibi bir adetimiz vardır. Geç kalmayı seven milletiz ne de olsa. Meleklerin ziyafetine davet edilsek, sofradan geriye kalanların zehirli rüzgârlar tarafından şeytanlara pay edildiği anda varırız o ziyafete. Sonra tekrar ceplerimizde çikolata kâğıtları, önümüzde reklam panoları, elimizde yırtık ilanlar, kaybolanların kumaşını, müşterisi olmayan rüyalarda örmeye devam ederiz.”
Susuyor sonra. Akşamdan beri devam eden baş ağrısı azalmaya başlıyor gibi. Kısmî bir hafiflik hissediyor bedeninde. Okula yeni başlamış çocuk gibi bir sonraki müsveddeye uzanıyor. “İnsanlar, rüya görmeyi hayal etmektense yas tutan bir restoranda yemek için para ödemeye daha hevesliler sanki. Otorite, bir tartışma değil ki karşılaştırması olsun, karşılaştırmanın iki tarafı olur, insanların ise sadece bir tarafı. Çatıda duracak mecalimiz kalmadı hayır, bir tarafa düşmek zorunda mıyız, evet. Artık var olmadığımızı söylemek olağandışı gelecek belki ama olduğumuz şey varoluşun merkezinden düşmekten farklı bir şey değil. Hiç olmadığımıza inanmak için bir sabah daha geçirmemiz yeterli olur mu bilemiyorum?! Hafız’ın körler karşısında güneşi aydınlatamıyor olmasının üzerinden yedi asırdır geçiyor. O halde, onun soyundan gelen bizlerin, üç yüz dört yüz kelimeden fazla haznesi olmayan kelime yoksulu rüya tabircilerinden medet umması sizce de gülünç değil mi?”diyor ve hayatındaki sayılı tebessümlerden birini daha yüzüne armağan ediyor, sonra da arkasına yaslanıyor. Bir tavana bir duvara bakıyor. Piposundaki iksirden bir yudum daha çekiyor. Algıyı yavaş yavaş ve dalga dalga saran o mistik dumanı bu sefer de koklamaya çalışıyor. Koku, küçüklükten beri en hassas olduğu şey. Karşısındaki pencereler ceviz ağacındaki ip gibi sallanmaya başlıyor. Kadın, birazdan üşüyecek eline kalemini alıyor bu sefer de. “Hissettiğini okuyucuya bırakmadan gitmek bize yakışmaz” diyen şair annesinin, kulağına küpe et dediği dizelerini düşünüyor. Sayılı nefeslerinden birini daha çekiyor derin bir iç geçirerek ve başlıyor bazılarının yüzünde tokat gibi patlayacak o cümleleri yazmaya:
“Ben Gazâle Alizâde. 11 şubat 1949’da dünyaya gelmiş 49’unda bir kadın yazar. Gözlerimi bu karanlık dünyaya Meşhed’te açtım. Evin kendini yalnız hisseden tek kızıydım. On iki, on üç yaşına geldiğimde bile dünyayı tanıyamamıştım. Dünyayı kim tanıyabilirdi ki? Kendi etrafında dönen ve bir karanlıktan diğerine sürüklenen şekilsiz bir kütle işte. O yaşlarda daldaki her yaprak hareketinin gizli bir anlamı olduğunu düşünüyordum, çoğu zaman ıslak çimenlere uzanıp gökyüzünü de seyrettim. Bulut parçaları üzerimden geçiyordu ama gökyüzünde huzursuzdum hep. Serada oturdum, durmadan kitap okudum, büyük yazarları ve şairleri düşündüm, övdüm, sevdim sandım. Onlarla birlikte yaşadım, onlarla birlikte oldum. Zihnimdeki karakterlere de küçük yaşlarda can vermiştim zaten. Onları kutsal bir kelime gibi havsalamda saklamış, on dört yaşında yazdığım ilk öykülerimde onları da kutsamıştım. Kutsallaştırma günlük hayattan kaçmamı sağlayan bir araçtı benim için. Yaşadığım krizin yerel hiçbir yönü yoktu anlayacağınız. Büyümüştüm ve gerçekliğin bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmak için her şeye sisli hayal dünyasının ardından baktığım ilk öykü kitabım, Dönülmez Yolculuk, yayınlandığında Tahran Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesine kabul edilmiştim. Üniversitede Kamuran ile tanışmıştık. İlham perim olabilecek devrimci Kamuran’la! Sonraları devrim şehitleri kervanına katılan o ünlü belgeselci (Murteza Avini) çocuğa fazla burjuva gelmiştim sanırım, belki de depresif. Mezun olduğum yıl, Bijen’le evlenmiş, iki yıl sonra da ayrılmıştık. Bijen şair, çevirmen ve sanatın her türünde mahir yetenekli biriydi, siz de tanıyordunuz onu. Ama pek çok kişiye romantik gelse de bana farklı yüzünü gösterenlerdendi o. Kızım Selma’yı anneme ve babası Bijen’e bırakıp master eğitimi için Fransa’nın yolunu tuttum. Kısa sürede dil eğitimini tamamlamış Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde yüksek lisansa başlamıştım. İşrâki arayış ve Mevlânâ beni cezbediyor, maddi hayattan uzaklaşmamı sağlıyordu. Mevlânâ’nın düşüncelerine odaklanacak bir tez konusu çalışmayı planlarken hayatımı altüst eden babamın ölüm haberini aldım. Oysa Paris, umutsuzluğun kıyısında var edeceğim karekterler ve benim için romantik insanların kutsal bir şehri olabilirdi. Yitirilmiş kimliğimi, vehimlerden sıyrılışımı ve mutluluk arayışımı orada bulabileceğimi düşünmüştüm. Bu duyguyu Père Lachaise Mezarlığı’nda kendim gibi bir vejeteryan olan Sadık Hidayet’in mezar taşına dokunduğumda hissetmiştim, ama olmamıştı. İran’a geri dönmüştüm.”
Kadın arkasına yaslanıyor, sönmüş pipoya tekrar can veriyor. Uzun bir yudum daha çekiyor saate bakarken. Vakit henüz yarılanmadı diyor kendi kendine ve yazmaya devam ediyor:
“Paris’ten döndükten sonra İki Manzara adlı romanı yazmıştım. Koçan’dan Meşhed’e göç eden Kürt Mehdi’nin ne zaman mutluluğa yaklaştığını hissetse, umutsuzluk ve hayal kırıklığı uçurumuna düştüğü ama her seferinde yorucu bir çaba ve mistik bir değişimle kendine yeni bir cesaret bulduğu hikâyesiydi o. Mehdi’nin kızı Meryem’le kızım Selma’yı birbirinden hiç ayırmamıştım. Sonra küçük burjuvanın sınıfsal köklerine sahip iç işleyişlerinin psikanalizini Tahran Geceleri romanında bir erkek (Behzad) ve iki kadın (Asiye ile Nesteren) üzerinden anlatmıştım. Acı çekmek için mi yaratmıştım onları? Çektikleri acılar, açlık, yoksulluk ve sınıf ikilemi değildi. Onların acısı başka türlüydü. Asya, çocukluğundan beri yalnızlığın ve içe dönük karekterinin acısını yaşayan ve kaybettiği benliğini yeniden kazanmanın peşinde olan bir kızdı. Ben gibi. Sonra annesiyle birlikte yaşayan, eski eşinden boşanmış Ferzin’e âşık olan ve gelecek kaygısı yaşayan Sara’yı yazmıştım. “Değirmen Mülkü” demiştim ona da. Ama kendimi biraz fazla dâhil etmiştim o değirmene, içime sinmemişti, yayınlamamıştım. 83’te Nizam’la (Muhammed Rıza Nizam Şehidi) evlenmiştik. Onunla gülebileceğimi sanmıştım. Roman ve öykülerimde olduğu gibi kendimden, kadınlığımdan çok şey anlatmıştım ona ama hiç gülmemiş, güldürememiş ve güldürülememiştim. Hatta hayata sığdırdığım o iki düğünde bile. Bugün benim üçüncü düğün gecem, bugün de yine gülemiyorum, somut gerçekliğin büyüsü bozulur diye gülmeyi yüzüme yakıştıramıyorum bir türlü.”
Kadın sönen piposuna bakıyor, tekrar yakıyor ve bir nefes daha çekiyor. Masadaki abajurun ışığı titrer gibi oluyor bir an. Duvardaki saat, zaman ile eğlencesine aralıksız devam ediyor. Saat on iki buçuk diyor kadın. Dumanı boşa akıtmadan derin bir nefes daha çekiyor rüya ile gerçeklik arasında.
“Nizam’la kutsal sözlerimiz vardı birbirimize; kendimizde ve başkalarındaki o şaşırtıcı hayvani hasletlerin bazı şeyleri değiştirilebileceğinin hayalini kurmuştuk onunla. Bu hayallerle Buin Zehra depreminden sağ kurtulan iki kız çocuğunu evlatlık edinmiştik. İdealist bir nesilden geliyorduk ikimiz de ve kurtuluşa inanıyorduk. Özgürlük, adalet, kültür, sanat ne varsa hepsi yalın bir ayrılıkla son bulmuştu ikimiz için ve o mevsimsel şöhret, o seks, o sermaye, o uçsuz bucaksız renkli okyanuslar, bir kez daha dar bir havuza dönüşmüştü benim için. Çektiğim acılar, dayanılacak gibi değildi artık. Beri taraftan da kanser olduğumu öğrenmiştim. İki kere intihar etmeyi denemiş ama başaramıştım. O günlerde, o acıların üretkenliğimi kamçıladığını farkettim. Mazoşist değildim ama ancak acı çekerek üretebilirim dedim kendi kendime. Dostoveyski de öyle üretmemiş miydi? Otoriter bir yazar olarak adımı bundan tam beş yıl önce o iki ciltlik İdrislilerin Evi adlı romanla duyurmuştum. Bir Dostoveyski olamamıştım belki ama haklının haksızdan hakkını aldığı o ütopik Aşkabad ülkesindeki baskıyı anlatmıştım orada. O ülkenin göbeğindeki İdrisilerin evinde yaşananlar Züleyha’nın, Lika, Vahap ve Rahila’nın hikâyesi değildi. Benim ve bizim hikâyemizdi. Küçük yaşta evlendirilerek ataerkil sistemin kurbanı olan İdrisi Hanım da, yıllarını yalnız ve bir başına, erkeklerden uzak geçiren İdrisi Hanım’ın orta yaşlı kızı Lika da, evin diğer kadınları gibi liyakat mahrumu bir adamla evlenmeye zorlanan güzel kız Rahila da bendim, sendin, bizdik. Halkın özgürlüğü ve adaleti için savaşan, bir yandan da geçmişini arayan İdrisi Hanım’ın kocası Kubad’a âşık olan bendim mesela. Şevket Hanım’ın yakınları ile birlikte adalet talebiyle örgütlenen ev halkının, gücü eline aldıktan sonra yozlaştığına kitapta da kitabın yazıldığı yıllarda da beraber şahit olmamış mıydık? Kocasının şiddetine maruz kaldıkça ona daha fazla âşık olan Kevkeb kadının hikâyesi hiç mi tanıdık gelmiyordu bizlere? Kendi gerçeğini, başkalarının var ettiği karakterlerin ardında kalarak kaybettiğini söyleyen Raksana, acaba hangi tekrarlardan, kimlere bağlanmaktan bıkmıştı? İdrisilerin Evi’nde ve o evin elli yıllık mazisinde olanlar bizlerdik sevgili dostlarım.”
Kadın arkasına yaslanıyor yeniden. Sisli odadaki nesneler gözüne farklı görünmeye başlıyor. Her zamanki gibi bu yazıda da yalınlığın kendisini yüzeyselliğe sürüklemesinden korkuyor. Elektrik çarpmış gibi elindeki kalemi bırakıyor. Bir öyküsünde anlattığı hayalci yaşlı kızın ihtiyacı olan maneviyatı hissediyor birden. “Peşinden ölümün geldiği hayat, ab-ı hayat dahi olsa berrak olamaz”diye Mevlânâ’dan sandığı bir beyti mırıldanıyor. Öykülerinde gerçekliği, kirazı ham kalmış kuru bir dal gibi resmeden kişi, şimdi o resmin içinde oturuyor. Bir gün önce, Meşhed’ten gelir gelmez ayağının tozuyla Bijen (Nejdi)’le görüştüğünü hatırlıyor aniden. O da buralarda, belki yarın belki öbür gün onunla hastanenin soğuk bir köşesinde ya da kısa bir süre sonra başka bir boyutta tekrar görüşürüz diye düşünüyor kadın. Mesud Kimyayi ve Behram Beyzayi geliyor aklına bu sefer de. Roman ve öykülerinde daima örtük bir mizah vardır, mizaha yönelsen fena mı olur diyen o iki adamın sözlerini hatırlarken, tebessüm eder gibi oluyor bir an sonra hemen toparlanıyor. Mizah da olsa benim yalnız dünyamın bir ürünü olması lazım diyor kendi kendine. Sonra buraya kendi yanlızlığımı dinlemek için geldim, mizahın sırası değil şimdi diyor ve piposundan derin bir nefes daha çekiyor ve yazmaya devam ediyor:
“Mizah değil belki ama polisye romanlara yönelmiştim bir ara. Düşlerine ve gazetelerin cinayet haberlerine dayanarak polisiye öyküler yazan hasta bir adamı yazmıştım. Ama adamın gizemli bir köşke girmesiyle hikâyenin akışı, hayatın ölüme doğru seyrine dönüşmüştü. Yapamamıştım sanırım, aynı kötü seyri Kurban Edilen Yüzyıl öyküsünde de göstermiştim. Ama Dörtyol’daki öykülerim öyle değildi. Ada, Adalet ve Yazdan Sonra; üçü de benimle özdeşleşmiş öykülerdi. Umutsuz yaşantılarını Şehbazî’de gören Hûra ve Turanduht’un geçmişe bakan hikâyesi, düşleri ve yenilmişlikleri Mesnevi’deki ‘Halayık Kızın Hikâyesi’ni andırdığı kadar benim de hikâyemi andırıyordu. Ama o Kutsal Ağaç (Şecere-i Tayyibe) beni ben yapan öykülerdendi. O soğuk ve kara beton duvarlarla örülü mahalleye mektubu götürürken hayatımın en mutlu anlarını yaşamıştım. O köhne evde konuştuğum yaşlı kadının satın aldığı perdeyi okuyanınız varsa hatırlar, o perdenin üzerine resmedilmiş ağaçtan yükselen ışığı gören adamın dönüşü olmayan yolculuğunu da bilirsiniz. Şu an o öyküyü yazarken yaşadığım duyguların aynısını yaşıyorum sevgili dostlarım.
Ve sizlere… Sevgili Rıza (Beraheni), sevgili Huşeng (Golşiri) ve Mansur (Kuşan), sizlere bitmemiş yazılarımın bakımını bırakıyorum sevgili dostlarım. Saat şu an bir buçuk, kendimi çok yorgun hissediyorum, sanırım gitmeliyim artık. Lütfen bu yazılanların kaybolmasına izin vermeyin ve mümkünse onları bir daha yazdırın. Yanılmadım demiyorum. Kimseden nefret de etmiyorum. Sevmek için yazdım tüm bunları. Ama artık sevemiyorum, onun için yalnız ve yorgunum dostlarım. Artık sıkılmıyorum da. Anahtarı kapının kilidinde kaç kez çevirdim, kaç kez karanlık bir eve adım attım hatırlamıyorum. Fakat hep aydınlık evlerin kölesi oldum. Sevgili Simin Danışver’e de veda ediyorum. Herkesi ve beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum, bu yüzden ona hep saygı duydum. Giderken de duyuyorum. Romanların, merhametin, hayırseverliğin ve şefkatin kadınına ve size bir kez daha şefkatle hoşçakalın sevgili dostlarım diyorum…”
Kadın, bu paragrafla birlikte, gece yarısını az biraz geçmiş saate son bir kez daha bakıyor ve Dönüş adlı öyküsünde yarattığı o varlıklı aydın karekteri gibi tabiata geri dönme vaktinin geldiğine karar veriyor ve hayatı boyunca namusum dediği kalemini, yazdığı kağıdın üzerine bıraktıktan sonra yerinden kalkıyor. Ağır adımlarla korkuluklara tutunarak alt kata iniyor. Evin giriş salonunda, etraftaki eski koltuklara, tozlu sehpaya, masadaki kırık şamdanlığa bakıyor. Salonun dış kapısını açıyor. Rüzgar başındaki siyah şalı sertçe okşayarak selamlıyor onu. Kutsal Ağaç’taki ceğiz ağacı bahçede, tam karşısında onu bekliyor. Ağacın etrafa yaydığı o bilinmez ışığın Dönülmez Yolculuk’una geri dönmek üzere kapıyı ardından çekiyor ve yüzünde hafif bir tebessüm, metin adımlarla kendi hikâyesine doğru yürüyor…