Ekrem Ergül
Kızıl saçlı kadın, karşısında bağdaş kurup oturana çaresiz bir öfkeyle konuşuyordu. “Olamaz, olmamalı, aman tanrım nasıl olabilir? O ve kızım. Hem ben… hem o… lütfen yardım edin bana. Ne isterseniz, ne kadar isterseniz vermeye hazırım. Yeter ki, yeter ki… bir çaresi olmalı.”
“Var” dedi. Sustu. “Çaresi var,” diye devam etti.
“Söyle bana, ne olsun istiyorsun? Aklını mı yitirsin, yatağa bağlanıp kalkamaz mı olsun, bir şey düşünemez, konuşamaz mı olsun?”
“Hepsini hak ediyor Allahın cezası.”
Bağdaş kuran somurtkan bir ifadeyle ayağa kalktı. Gözlerini boşlukta bir çareyi arar gibi gezdirdi. Koyu renkli perdelerin örttüğü pencerenin sağında duran sandığa doğru gitti. Ahşap sandığın kapağını açıp içerisini biraz karıştırdıktan sonra içinden bir bez torbasını aldı. Minderine tekrar oturup, her iki avucunda tuttuğu küçük bez torbasını önündeki sehpaya bıraktı. Ağzı lastik ile büzülmüş torbanın içerisinde ne olduğu gözükmüyordu.
Sehpanın üzerinde duran defterin sayfasını açıp, bir rakam yazdıktan sonra kızıl saçlı kadına taraf çevirip biraz itti. Kızıl saçlı kadın, defterde yazılı olana baktıktan sonra yanında duran çantasına açıp içinde sayarak çıkardığı bir miktar kağıt banknotu defterin açık duran sayfalarının arasına bırakıp kapattı.
Sehpanın üstünde duran bilmem hangi hayvanın kılının, hangi canavarın dişinin, hangi taşın tozunun, hangi ölünün mezar toprağının, hangi geç kızın saçının olduğu bez torbayı alıp çantasına yerleştirdi.
…………………………………………
Gecenin karanlığı, günün sabahında yaşama sevincimi ruhumun derinliklerinden aldı ve çekip gitti. Aynı gecenin sabahında uyanamadın. Sonraki sabah ve sonraki sabah da…
Bedenimde taşıdığım yaşam cevherimin en değerli parçasını yitirmek… Evet ahh… Kuru bir dal bile değildim artık. İçerisindeki bütün canlıların uflanıp toza dönüştüğü bir deniz… Kupkuru ve yalnız çorak bir ova …
O eve gitmemeliydim. Hadi gittim o yemeği yememeliydim.
Nasılda coşku ve sevinç içerisinde karşılamıştım daveti.
Sevgilimi Şirinevler meydanına bırakalı daha baş dakika olmamıştı ki telefonum çaldı. Arayan oydu.
Annem seni bu akşam bize yemeğe bekliyor.
Nasıl yani Gülbin, annen beni yemeğe mi çağırıyor?
Evet.
Aslında düşünmesini yaptığım bir davet değildi. Hem de hiç.
Güzel gözükmeliydim aşk dediğim sevgilinin evinde.
Gözlerim meydanda bir kuaför dükkânı aradı. Buldu. İlk gençlik yıllarımdan beri saçlarımı uzattığımdan kuaföre kırk yılda bir uğrarım. Kötü anıların saç tellerinde saklandığı söylenir. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Biten bir aşkın ya da kötü bir ticari deneyimin ardından gider, saçlarımı kestiririm. Yeni bir başlangıç için kısa saç, temel ilkem oldu yıllardır. Depresyona giren kadınların saçlarını kestirmelerini en iyi ben anlarım.
Gülbin ile üç yılı devireli birkaç ay oldu. İşimden de hoşnudum.
Kuaföre nadir giderim dedim, doğrudur. Fakat benim bir alışkanlığım var. Her gidişimde traş ücreti kadar bir miktarı, bazen de daha fazlasını çırağa bırakırım. Çırakların memnuniyeti ve sevinci bana mutluluk verir.
Yok, saçlarımı kesmeyeceğim. Evet, sakalları kesip saçın da kırıklarını al. Yeterli.
Saçlarımın kırıklarını alınca eli fön makinesine uzandı kuaförün.
Gerek yok dedim. Fön çektirmiyorum uzun zamandır. Ellerimle şekil vereceğim.
Sakal tıraşı bitince kulaklarıma ve yanağıma sıcak ağda macunu sürdü. Bekledi bir süre sonra çekip aldı.
Abi damat gibi oldun.
Kuaföre dönüp gülümsedim.
Eline sağlık. Borcum ne kadar?
25 versen yeterli.
Elimi cebime götürüp bir ellilik çıkarıp uzattım.
Üstü çırağa kalsın.
Çırağın gözleri bir an için sevinç ve minnet ile dolup bana çevrildi. Askılıkta duran deri ceketimi kıvrak bir hareket ile kaptığı gibi sırtıma tuttu.
Teşekkür edip, teşekkür alıp çıktım.
Felaket anlarında benden soğukkanlısı az bulunur. Kuaförde ellerimle saçlarıma şekil verip çıktığımda gece için varlığımı saran heyecan yerini o gün anlamlandıramadığım bir soğukkanlılığa bıraktı. Bu duyguyu tanıyordum ama o bu günün duygusu değildi. Sebepli bir heyecan, kaygı ve sevinç sarmalıydı ruhumu. Fakat Kral Davut’un heykelinin yüzündeki derinlik ve dinginlik gelip yüzüme ve bedenimin geri kalanına yerleşti.
Akşama birkaç saat vardı. Beşiktaş iskelesine gidip kalan zamanı orada mı geçireyim yoksa Taksim’e mi çıkayım karar veremedim. Şirinevler’den tramvaya bindim. Tramvay sakindi. Aksaray’da durakta tramvayı bekleyenler binince dolup taştı.
Yoksulluk saklanılamayan bir örtüdür. Bakan her göz görür. Sağ gözüne bulut inmiş orta yaşlı, yoksul ve muhtemelen iç Anadolu köylüsü kadına yer vermek için oturduğum yerden kalktım. Kalktığım yere kadın oturdu. Başka bir kadın…
Sizin için kalkmadım, önünüzdeki hanımefendi için kalktım. Lütfen hanımefendiye yerimi verir misiniz?
Duymazlıktan geldi. Kolundan tutup biraz önce söylediklerimi tekrarladım.
Öf, terbiyesiz dedi bana yüzünü buruşturarak.
Teşekkür ederim, dedim. Sustu.
Şimdi hemen önümde bekleyen kadına; buyurun lütfen, dedim ve köylü kadın koltuğa rahat yerleşebilsin diye biraz geriye çekildim.
Otuzlarımdaydım ve köylü kadın benden en fazla on beş yaş büyüktü. Kentliydim ve kentliliğin kibir ve küstahlığı beni terk edeli birkaç yıl olmuştu. Köylü kadın sustu, hiçbir şey demedi. Yavaşça camın kenarına, biraz öncesine kadar benim oturduğum koltuğa oturdu. Tramvay sonraki durakta tekrar durmak üzere hareket etti.
Arada bir dönüp kadına bakıyordum. Güzel sayılmazdı. Sanırım gençliğinde de pek güzel değildi. Saçlarını arasına alıp ensesinde bağladığı yazması, üstündeki basmadan entari ve şalvarıyla bu coğrafyada her gün görebileceğiniz yüzlerden biriydi.
Köylü kadına yer vermek için yerimden kalkmamı, sonra koltuğa yerleşen diğer kadınla konuşmalarımı düşününce gururumun kapısı aralandı ve hemen kapandı. Soğukkanlılığın dinginliği gelip varlığıma tekrar yerleşti.
Telefonum çaldı.
Efendim.
Nerdesin?
Tramvaydayım. Taksim’e çıkıyorum.
Canım sakın gecikme, tramvay ile gel eve yoksa trafiğin ne olacağı belli değil.
Tamam canım.
Annem nefis bir Karadeniz sofrası hazırlıyor Kerem. Akşama seni yemeğe çağırmamı söylediğinden beri şoktayım. Kadının başına taş mı düştü ne.
Ne güzel işte… Taş düşmüşse bile kafasını yarmamış, zihninin kabul sınırlarını açmış.
Annem şimdi mutfakta yemek hazırlıyor. Bir halini görsen… Şen şakrak. Sanki yemeğe kendi sevgilisi gelecek.
Tramvay Eminönü durağında durdu. Kalabalık toplu taşıma araçlarında huzursuz olmuşumdur hep. İş çıkış saatiydi ve durak tıklım tıklımdı. Fikrimi değiştirip Eminönü’nde inmek için hareketlendim.
Köylü kadının kurumuş dudaklarından çığlık ile fısıltı arası bir ses kopup kulaklarıma kadar ulaştı.
“O yemeğe gitme.”
Sesini duyduğumda bir ayağım durağın beton zeminine basmış, dışarıya çıkıyordum. Bir an için ürperdim.
Dönüp sesin sahibine baktım. Bana değil karlı bir dağa ya da sisli bir ovaya bakar gibi boşluğa bakıyordu.
Tramvay yoluna devam etti.
Alt geçitten Karaköy köprüsüne geçtim. Köprüden sonra da Taksim yokuşuna. Yürürken kadının sesi kulaklarımda birkaç defa daha yankılandı. Duyduğum ses kadının sesi mi yoksa iç sesim miydi karar veremiyordum. Ama bir önemi yoktu. Tedirgin olacak bir durum yoktu ortada. Hepi topu müstakbel kayınvalidem ve sevgilim ile bir akşam yemeği. Bir kavgaya, savaşa ya da tekinsiz bir yere gitmiyordum. Hepi topu bir akşam yemeği…
Galata kulesinin altında sırtımı kulenin duvarına verip bir sigara yaktım. Sigaradan son dumanı çekip söndürdüm. İstiklal caddesine doğru devam ettim. Yürürken neyi veya neleri düşündüğümü anlatmayacağım ama yetmiş iki milletten insanın arasında yürümek bana hep keyif vermiştir. O gün de…
Galatasaray Lisesi’nin önünden geçerken eski sevgilimi kocasıyla kol kola yürürken gördüm. Mutluydular. Kocası bana mı benziyordu ben mi öyle sandım bilemiyorum. Sağımdan geçip Cezayir sokağına doğru devam ettiler. Ben de… Taksim meydana vardığımda saat yediye geliyordu. Demek ki yavaş bir ritim ile yürümüştüm. Benim amacım zaman öldürmekti. Meydandan geri dönüp yönümü Karaköy’e çevirdim.
Karaköy durağından tramvaya bindiğimde yolcu yoğunluğu biraz olsun azalmıştı.
Zeytinburnu durağının olduğu yerin hemen yanı başındaki üst geçitte bir arkadaşım kaçak sigara satıyordu. Durakta indim ve üstgeçitte çıktım.
Dilan kolay gelsin.
Oturduğu sigara tezgâhının arkasından bana doğru uzandı. Tokalaştık.
Teşekkür. Hoş geldin. Seni görmeye geldim deme.
Seni görmeye gelmedim ama görmeden de geçemedim.
Hayırdır, nereye?
Gülbinlere. Annesi akşama yemeğe çağırdı.
Ciddi olamazsın. Gerçekten mi?
Ciddiyim.
Ne güzel bir haber… İşler bugün kötüydü. Söylediklerin bana moral oldu. Eee…
Esi işte gidiyorum. Seni de görüp öyle geçeyim dedim.
Tutmayayım seni o zaman.
Gülümsedi. Ben de.
Tramvay, Şirinevler durağında durduğunda saat tam olarak 8.13’tü. Altı dakikalık bir yürüme mesafesinden sonra Gülbin’in evine varacaktım. Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Dumanı kışın soğuğuna karışıp dağılıyordu. Apartmanın kapısına vardığımda sigaram bitti.
Asansöre bindim. Asansör üçüncü katta durdu. Koridora çıktım. Kapının ziline bastım. O masum yüzüyle Gülbin kapıyı açtı. Tam da o anda mutfaktan kızıl saçlı ve orta yaşlı annesi tebessümün örttüğü yüzüyle kapıya doğru yöneldi.
Hoş geldin oğlum.
Nasıl yani, beni oğlu olarak mı görüyordu gerçekten. Montumu çıkarıp Gülbin’e uzatırken sanki bu gece gök yırtılacak, güneş parçalanacak, yer dağılacak ama ben bütün bunlardan sağ olarak kurtulacağımın fikri ve hemen arkasından duygusu gelip beni yokladı.
Salona geçtik. Anne ise mutfağa…
Birazdan masaya yemek ile tabaklar taşındı.
O Keremin tabağı. Onu şuraya koy, diye yer gösterdi anne kızına.
Gözüm, açık olan televizyonda gösterilen bir habere takıldı. Devlet kurşunuyla kaç kişinin bu gün öldürüldüğünü sevinçle anlatıyordu spiker.
Anne, masaya yemeğin son parçalarını koyarken büyük bir kin ile televizyona bir bakış attıktan sonra.
Kökünüz kurur inşallah. Bu vatana bir rahat vermediniz.
Bana dönüp tebessümle; oğlum yemek hazır. Hadi masaya.
Annenin ettiği beddua beni hem üzmüş hem de öfkelendirmişti ama şaşırtmamıştı. Kurumasını dilediği kökün bir dalı da bendim.
Anne mutfağa ben masaya geçtim. Altı kişilik masaya üç kişi oturacaktık. Televizyonu görmeyen yere oturdum.
Anne mutfaktan çıktı. Beni büyük bir suç işlemişin gibi ayıpladı.
Oğlum, niye oraya oturdun. Senin yerin orası değil. Kalk ve buraya otur.
Sesi buyurgandı. Buyurganlığına canım sıkıldıysa da renk vermeden gösterdiği yere geçtim.
Sofranın tam ortasında kocaman bir tabakta hamsi tava, yoğurt, pirinç pilavı ve hayatımda ilk ve son defa yiyeceğim bilmem hangi hayvanın kılından, hangi canavarın dişinden, hangi taşın tozundan, hangi ölünün mezar toprağından, hangi genç kızın saçından, soğandan, mısır unu ve tereyağından yapılmış bir yemek vardı.