Balkonsuz

97 yılının yazında dört kapılı büyücek bir ev almıştık. Ceplerimizi tamamen boşaltmış olan emlakçının öve öve bitiremediği evin büyük şehirde ikinci katta olması ve konumu gibi niteliklerinden dolayı kendimi bu evi alma isteğimin olduğuna inandırmaya çalışıyordum. Elli yedi yıllık birikimimizle büyücek bir ev aldık. Hem de bilmem ne mahallesinin bilmem ne sokağında. Kendime bu sözleri söyleyip duruyordum. Oysa benim cümlelerim değildi bunlar. Ben olsam elli yıllık emek bir ev almak uğruna mı harcandı diye bas bas bağırır, ortalığı birbirine katardım. Hakkımı arardım. Ama ben ben değildim. Bu sözler emlakçının sözleriydi. Basbayağı emlakçı (hayal satıcısı) söyletmişti bunları bana. Dahası beni kandırmıştı. Evin işlevselliğinden çok konumu ve kaçıncı kat olduğu gibi abuk nedenlerle ceplerimizi didikleyen bir hayal satıcısına pay bırakmayacak bir kadındım ben. Tabi eskiden. Bu şehirde otuz yedi yıl kira ödediğinizde canınıza tak etmiş, insanlığınızdan bıkmış bir halde fare deliği de olsa satın alabilirdiniz pek de ala! Ayrıca otuz yedi yıllık kira bir değil iki ev parası ediyordu zaten. Böyle düşününce burası benim sahip olduğum üçüncü ev olmalıydı. Üç ev parası çıkaracak kadar zengin bir kadındım ben. Yine kendimi ev alma isteği ile doldurmaya çalışmalar…

Düşünüyordum. Elli yedi sene nasıl benden habersiz geçivermişti? Sürekli hayatımı, hayatlarımızı adadığımız geçim sıkıntılarını düşünüyordum. Satın aldığımız yapmacık mutlulukları düşünüyordum. Küçük bir araba bir de küçük ev sahibiydik. Hayır büyücek bir araba büyücek bir ev sahibiydik. İnsan elindekilerle yetinmeyi bilmeli derdi annelerimiz. Ama aynı annelerimiz bize hep daha çok çalış dediler. Yaşadığımızdan daha iyi bir hayat olabileceğini, hem de bu hayatı daha az çalışarak, daha az yorularak ve daha mutlu olarak kazanabileceğimizi söylemediler. Hep bir önceki kuşağın garantici yaklaşımları tüketti bizi. Ah, başkalarını suçlamak kolay. Hayatım hızla akıp giderken ben neredeydim? Elli yedi yaşında bir kadının yüzünü kendine dönmesinin vakti değil midir artık? Çocuğum olsaydı derdim anneme, onu senin beni büyüttüğün gibi büyütmezdim! Ama benim hiç çocuğum olmadı. Çocuk yaşta büyüdüm ben. Çocuk yaşta kendime benzeyen bir çocuk daha bulup iş sahibi oldum, ev sahibi oldum, sonra aşk sahibi oldum. Aşk çok sonra geldi bize. Dertlerimiz vardı. Kira borçlarımız, faturalarımız, otuz beşinde hâlâ okuyor olmanın utancı, otuz beşinde hâlâ yarı zamanlı öğrenci işlerinde çalışıp hâlâ iş arıyor olmanın derdindeydik. Ondandır çocuk düşünecek zamanım da olmadı. On sekiz yaşımda tanıştığım lise aşkımla bir ömür paylaştım. Apar topar büyük şehre taşındık. Üniversiteye birlikte gidip, iş bulup, eve çıkıp, her gece birlikte uyuduk. Tam otuz dokuz yıldır mutlu olduğumuzu düşündük. Mutluyduk da. Pek çok insanın imrendiği, çoğunun da ayıpladığı el üstünde tutulan bir hayat yaşadık. Hiç evlenmedik. Biz her yaşta ve her durumda gıpta edilen sevgililerdik. Gerçekten mutluyduk demek. Ama şu ev alınana kadar. Ev ile gelen araba alınana kadar. Şimdi bu yaşta evlenmek ve çocuk yapmak derdine düşecekmişim gibi geliyor bana. Hatta bazen neden olmasın diyorum. Akranlarım torun sahibi olurken ben de çocuk sahibi olurum. Gelişen tıp kadının doğurganlık oranının otuz beşinden sonra azaldığına işaret eder. Gelişen tıp bu hesabı yaparken kadının otuz beşinde çoktan ev ve iş sahibi olduğunu düşünmüş olsa gerek. Oysa ben otuz beşimde hala okuyordum ve değil bebeğimi, kendi başımı sokacak bir evim yoktu. Şimdi elli yedi yaşımda bir ev, bir araba, bir iş sahibi iken, evet! Sonunda çocuk sahibi olabilirim! Neden olmasın! Kendimi tanıyamıyorum. Hayatı tersten yaşıyorum sanki. Aslında yaşlanınca yerleşik hayata geçip bir aile kurma özlemi içine girmek pek de şaşılır bir şey olmamalı benim kültürümde. Bizim insanlarımız yalnızlığı sevmezler. Yalnızlığıyla barışamayan memleketim hele az biraz bir başına kalsın, gelir hemen depresyon haplarının en afillisi. Yalnızlığı sevmeyiz ama birlikte olmayı da pek beceremeyiz biz. Hep bir olmaktan bahseder durur, paylaştıkça çoğalan iyiliklerden, paylaştıkça azalan acılardan kendimize görünmez duvarlar öreriz. O duvarlar ki yıkılmaz kıskançlıklar üzerine kuruludur. Bir başkasının diğerinin sahip olmadığı evinin bir fazla odası, arabasının bir parça aksesuarı bizi sözde paylaşımcı içinde kinci bireyselliğimize hapseder. Geçenlerde ev hediyesiyle gelen çocukluk arkadaşım eve daha girmeden kapı eşiğinde elime hediyesini tutuştururken: Güle güle oturun, pek de güzelmiş, kaç oda, deyiverdi. Böyle bir gaf ömürde bir kez yapılır ve sonra o insanla tüm bahisler kapatılır. İçine haset kaçmış kişi ruhunu şeytana satan masal kahramanlarıyla eş değerdir gözümde. Ben de onun hasedine haset edip dört kapı diye cevap veriverdim. Lafı gediğine konduruverdim. Beriki hemen, anlamadım dört kapı mı, o ne demek, dedi. Ben de ses etmeden dört göz evimizi gezdiriverdim. Çocuksuz ailelere özel küçücük bir salon, bir de sanki çocuksuz çiftlerin hiç misafiri de olmamalı der gibi salonun içine zorla sokulmuş halinden hallice bir mutfak, içeride depo desen değil misafir odası desen -yatak sığmaz pencere açılmaz- değil bir kapıcık. Aman halimize üzülmeyin, bak şimdi sürpriz kapı! Evin en büyük odası neresi olmalı? Tabi yatak odası değil mi? Çiftler rahat sevişsin diye. Hayır efendim sürpriz cevap: Banyo! Kocaman bir banyo. E çift kişilik yatağı da yatak odasına sığmayan odadan çıkarıp tuvaletle duşun önüne konduruverirsiniz canım. Hem bak sabah uyanınca lavabo da yatağın yanında. Oh keyfinize diyecek yok! Bu yeni nesil Türk mimarlar da pek bir oyunbaz canım. Banyoya evin en büyük odası şerefini vermek başka hangi ülkenin hangi şahsiyetli mimarının betona doymayan estetik yoksunluğundan ileri gelirdi? Evin mimarına methiyeler düzmekten kendimi alamıyorum. Yalnız bir sorum olacak: Misafirlerimiz geldiğinde tuvalet ihtiyacı için artık yatağımızın üstünden atlayacaklar, atlayacaklar mı? Böylece, salonumuz küçük, banyomuz büyük olunca, bu küçük sorun bu küçük düzeltmelerle giderilmiş olur.

Dört kapıyı da gezdikten sonra çocukluk arkadaşım aldığı ev hediyesi ellerinde, ağzı şaşkınlıktan bir karış açık; ben de size bir balkon süsü almıştım deyivermez mi? Hahayttt, olrayttt! Ev dört kapılı canikom. İki oda bir salon dedikleri. Mutfakla banyo saylanmaz. Balkon desen Fransız, en asaletlisinden. Tüm çiçeklerimi bir bir dizdim camın önüne. Saksıları küçülttüm ama senin süsün de boşa gitmesin çok teşükkür ederiz, ne zahmet ettin! Saksıların köşesinde az biraz yer vardı. Sevgilimmm neredesin hayatım, bak ne diyeceğim Ayten’in bize aldığı ev hediyesini saksıların yanına silikonlar mısın? A Ayten mi geldi, bu arada hangi Ayten mi? Hani şu hala ailesinin yanında yaşayan ev arkadaşım. Hani anne babası doktor olan, hani dört katlı evleri olup da bizim dört göz evimize, yüzüksüz parrmaklarımıza özenen Ayten… Boşver şimdi, Ayten işte, benim Ayten. Silikon vardı değil mi hayatım? Duyamadım tatlım. Çivi mi? Hayır çivi değil silikon lazım. Bu bir balkon süsü. Köşedeki en dipteki saksımızın yanına iliştirilecek.