Esra Kahya
Gözlerimi kapatıyorum. Babam olmuşum. Bacağımda babamın parlak pantolonu, ayaklarımda fiyakalı sivri burunlar. Gömleğin bağrını açmışım, ciğerimden dumanlar tütüyor. Yanımda geçen “Vay,” diyor. Dönüp bir daha bakıyor zırtapozlar. Tam bir şey diyecek oluyorum, beyaz gömlekte bir kuş tüyü. Asabım bozuluyor. Üflüyorum. Tüy havalanıyor. Pembe bir kadın ayağının dibinde duruyor. Topuklu ayakkabı seslerinin içine saklanmış pudralı ayaklar. Çıplak ve ufacık. Elimde annemin eli. Kulağımda telaşlı sesi. Gözlerimi açıyorum. Aynı küçük çocuğum.
“Kaç kere dedim Memo, yürürken gözlerini kapatma diye. Koskoca hayvanın kuyruğuna basacaktın neredeyse. Rıfat mı o? Vallahi Rıfat. Pişt bana bak, bir ara odun bırak bize. Ay sonunda kapatırım hesabı.
Oduncu gönülsüzce kafa sallarken annem elimi koparacak gibi sıktı, adımlarına eş bir hızda konuşmaya devam etti.
“Kapatırız değil mi Memo? Olmadı satacak bir şey buluruz. He, öğretmenini gördüm. Yine tuvaletteki maşrapaları toplayıp saklamış, diyor senin için. Hatta sınıftan bir oğlanın boğazına yapışmışsın. Ben inanmadım. Seni sessiz buldu, ne olursa senden biliyor yelloz. Bilmez miyim oğlumu? Geldik işte. Yarın alırım ben seni. Ya da diğer gün. Vardiya değişir belki, belli olmaz. Pilavcıya çıkarız dönüşte olur mu? Hem nohutlu hem tavuklu. Bir de gazoz. Mis.
“Geç hadi. Selam söyle baykuşa”
Ne zaman geldik anlamadım. Daha az evvel çıkmıştık oysa. Babaannemin kapısının önündeyiz, annem telaşlı. Birazdan çalacak fabrikanın işbaşı zili. Mahallenin garibanlarını çağıracak. “Boğaz tokluğuna çalışın, diyecek. Gerçek olmayacak hayaller kurun ve bu makinelerin başında çürüyün.” Annem de çürüyor. Kurtlanıyor içi, ben biliyorum. Ama bildiğimi o bilmiyor.
“Az kalsın unutuyordum,” dedi tam gidecekken. Soğuktan moraran elleriyle çantasından birkaç bozukluk çıkarıp bana vermenin derdine düştü. “Arayınca bulunmaz,” diye söylendi. Arasa da bulunmadığını bilerek. Sert bir rüzgâr etek uçlarını uçurdu. Çorap lastiğinin sıktığı yerde kahverengi bir doğum lekesi. Yine içim kalktı. Kopkoyu. Tüylü bir kuyu gibi. “Gel,” diyen bir kuyu. Tekrar dönmek için bir giriş kapısı.
Annem parayı avucuma koyarken “Baykuşun uyuz köpeğine de bak sen,” demese köpeğin ne halt ettiğini görmeyecektim. Üst üste yığılmış odunları bir bir atmış aşağı. Kopmuş çamaşır ipini kemirmiş, kırık sandalyeyi de tulumbanın kenarına kadar taşımış. Bahçe talan. “Otur sen cam dibinde gamlı baykuş,” dedi annem. “Ona böyle söyleme,” demek istedim. Diyemedim. Annem dinmeyen öfkesiyle dönüp gitti. Bahçe kapısını kapattım. Ellerim, yanaklarım buz gibi. Camda beyaz saçlı bir kadın silueti. Aramızda sızılı bir ses yolu. Kımıl kımıl dudaklarının arasından dökülenler bana doğru geldi, beynimin içine oturdu. Diğerlerinin yanına. Bu kadın da hep beynimin içinde.
“Şırfıntı, yedi oğlumun başını.”
Oda sıcak. Sobayı yakmış. Üzerinde bir güğüm, dibi kireç bağlamış bir çaydanlık. Tuvalet kapısının kenarındaki çivide bir havlu. Camın tam karşı duvarında babam. Sobaya yakın yere asmış babaannem fotoğrafı. “Ömer’im üşümesin,” diye. Kapıda durdum biraz. Babaanneme baktım, öyle boş boş. Eli dizinde, acısı dilindeydi. Babam “Pişt,” dedi. Döndüm baktım, içim ısınır gibi oldu. Yemyeşil askerlikleri çekmiş üstüne. Kafasındaki şapkayla yüzü iyice küçülmüş. Sakalsız ya, öpüveresim geldi. Gözlerimiz aynı. Annem öyle der. “Baban bakıyor sanıyorum, bakma öyle.” Ama nasıl? Babamın elinde bir tüfek. Gerçek tüfek hem de. Tetiğe bassa hepimiz ölürüz. Bassana baba!
“Memo, ne kaldın ayakta. Gel hele,”
Babaannemin yanına oturdum. Hep aynı cümlelerin yanı başına. “Herkes dışarda baksana oğul. Ama baban içerde. Ne yer ne içer? Üşür mü, yanar mı bilinmez. Herkes dışarda.”
“Kimse dışarda değil aslında. Herkes içinde. Babam içeride. Sıcacık. Babama yemekle battaniye veriyorlarmış. Annem öyle dedi. Televizyon da varmış orada, bakkal da. İsterse bedava bile alıyormuş. Gofretler, sakızlar ve çikolatalar. Sokağa çıkabiliyormuş. Ama sadece oranın sokağına. Arkadaşları varmış. Kâğıt oynuyorlarmış ya da taş. İstediği kadar çay içiyormuş. Demli, üç şekerli. Boncuktan saat yapacakmış bana biliyor musun? Üstünde adım yazacakmış. Kocaman harflerle yazacak, dedi annem. Oğlum Memo. Kocaman harflerle.”
“Ah,” dedi babaannem. Eteğini sıyırıp dizini ovaladı. “Merhem de fayda etmez oldu.” Nefesi ekşi. Yüreğinin kokusu bu. İçimden geçenleri duydu zannettim. “Evlat özlemi topal bacağın sızısını unutturdu,” dedi. Acıdım ona. Üç kişilik hem de. Babam çıkana kadar babaannem ölür kesin. “Bir yol görsem,” diye ağladığında “gitsene yanına,” der gibi bakardım ona. O da “Nasıl?” der gibi. “Bir dünya yol. Bu topal bacakla. Bu cahil kafayla. Nasıl?”
“Soba geçecek oğul. Yakana kadar canım çıktı. Odun atmalı.”
Divanın kenarına tutuna tutuna sobanın başına vardı. Eğilip baktı. Odun kovası boş. Bana baktı. “Al da gel,” dedi gözleri. “Köpekten korkuyorum,” dedi gözlerim. Kıyamadı. Bir adımda Ömer, diğer adımda topal bacak. İki sızı birbirine karıştı. Babaannem bahçeye odun almaya gitti.
Camın kenarındaydım. Herkes dışarda babam içerde. Katilin oğluyum ben. Okulda öyle diyorlar bana. Bir de “Konuşsana,” diyorlar. Bilmediğimden değil, söz verdiğimden konuşmuyorum ben. Babama söz verdim. “Boğazını sıksalar konuşma,” dedi babam. “Anneni bırakma. Kimseye bir şey deme. Boğazını sıksalar konuşma.”
Sobanın yanından bana baktı babam.
“Kalk soba geçiyor. Şu küçük odunları at içine. Demirle bir iki karıştırınca tutuşur o.”
Babaanneme baktım. Daha işi bitmemiş. Kalktım yerimden. Küçüğüm. Gözlerimi kapatıyorum, babam olmuşum. Sobanın başındayım. Ellerim babamın elleri. Büyük ve kara. Parmaklarımın üstünde kıllar var. Hoşuma gidiyor bu. Odunu alıyorum yerden. “Ah,” diyor babam fotoğraftan. Tüfek tutan elini ovuyor. Elime kıymık batmış. ” Sobanın kapağını aç.” Bir elimde odun. Demiri alıyorum yerden. Uyuz köpek havlıyor dışarıda. Babaannem kızıyor. “Sussana hayvan, kurt mu yapıştı?”
Demir uzun. Tutamıyorum. Kayıyor elimden. Kapağın kenarına takıyorum ucunu. Eller babamın olsa da güçsüz olan benim. Kapak bir türlü açılmıyor. Üstündeki güğüm sallanıyor. Çaydanlığın suyu sobanın üstüne dökülüyor. Cos diye bir ses. “İndir onları.” İndiriyorum. “Zorlanıyor, sıkışmış bu baba.” Biraz daha. Biraz daha… Kapak açılıyor. Kopkoyu bir duman yüzüme vuruyor. Elimdeki odunu atıyorum sobaya. Yanmaz ki bu. İçinde dumandan başka bir şey kalmamış. Babaannem olsa mazotlu bez atardı, ateş alazlanırdı. Babama bakıyorum. Benimle ilgilenmiyor. Tüfeği omzundan kaymış. Elindeki kıymığa bakıyor. Köpek sesi. Duman kokusu ve küçük adımlarım. Mutfaktaki tezgahın altından mazot şişesini alıyoruz. Ne pis kokuyor. Başım dönüyor ama kararlıyım. Babaannem gelince şaşıracak. “Ne iyi ettin,” diyecek. Babamla bakışacağız. İkimiz de susacagız.
Sobanın içinden çıtırtılar geliyor. Odun tutuşmak ister gibi. Ama köz az. Bezin ucuna azıcık mazot sürüp öyle atmalı. Ama bezi nereden bulurum ki ben şimdi? Olmasa da olur, diyorum. Babamda ses yok. Tüfek omzundan düştü düşecek. Şişeyi karnından kavrayıp sobanın içine boşaltsam. Ya da hepsini atıversem, az kalmış zaten. Daha çabuk tutuşur hem. Ev soğudu iyice. Isınırız. Babam da ısınır. O gece, o adamla eve geldiğinde soba çıtır çıtır yanıyordu. Annemle ben uykudaydık. Zil çaldı. Babam küfe gibi. Tufan amcanın kollarında. Annemin üstünde inceden gecelik. Çıplak bacağında kocaman leke. Adam gözlerini kocaman açıp lekeye baktı. Sonra lekenin üstüne, daha da yukarı yürüdü gözleri. “Ömer’i yatıralım yerine yenge,” dedi. Yenge!
Annem elini kolunu koyacak yer bulamadı. Bir hırka geçirdi üzerine. Soba yanıyordu çıtır çıtır. Karanlıkta üç beş kıvılcım, bir de babamın iniltisi. “Zelha,” diye inleyen yapışkan, pişman, merhamet dilenen bir ses. Tufan bir kolunda o sesin, annem bir kolunda. Tufan’ın gözleri annemde. Annemin aklı babamda. “Sus Allah’ın cezası, sus. Ne var da içtin bu kadar.”
İki kol babamdan sıyrıldı. Babam yatağa düşer düşmez kendinden geçti. “Zelhaaa,” diye diye daldı kör bir uykuya. Sonrasını ben gördüm. Ama babam “Konuşma,” dedi. Boğazımı sıksalar konuşmam. Annemin kayan geceliğini demem kimseye. Tufan’ın ıslak ağzını, beni duvara sümük gibi yapıştırdığını da. Bir kadının ayak seslerini, mutfakta açılan çekmeceyi, bir bıçağın keskin ucunu demem. Şimşek gibi bir parıltı odanın ortasında. Sonra delimsirek bir çığlık. Geceyi değil ömrü orta yerinden bölen bir kadın çığlığı. Yere düşen bir bıçak…
Elimde mazot şişesi. Sobanın başındayım. Şişeyi sönmeye yüz tutmuş alevlerin üstüne attığım anda babamın omzundaki tüfek düştü. Bom! Her yer alev aldı. Babam mı bastı tetiğe? Anlayamadım. Eşikteyim. Babaannem feryat figan. Arkasında uyuz köpek. Konuşabilsem “Girme içeri,” diyeceğim ama konuşamam. Babama söz verdim.
Topal bacağını yerde sürüye sürüye daldı alevlerin arasına babaannem. “Ömer,” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Kopkoyu dumanın arasından duvardaki resme uzanan ellerini gördüm. Gözlerimi kapatttım. Babam olmuşum. Omzumda bir kuş tüyü. Sonrası yok.