Azınlık sözcüğü yalnızca kamusal alanda, dünya siyasi arenasında yerleri ‘‘hukuki statü’’ şeklinde belirlenen, hakları ‘‘çoğunluk’’ karşısında bu statüye bağlı olarak korunmaya çalışılan etnik ya da ulusal kimliklere göndermekle kalmaz. Çoğunluk karşısında az sayıda olmak ya da farklı bir kimliğe bağlı olmak, latince ‘’minoritas’’tan türeyen ikinci bir anlamı da içerir – ‘’yetişkin olmayan’’ anlamını… Böylece ‘‘yetişkin” karşısında “çocuk”, “erkek” karşısında “kadın”, “zengin” karşısında “yoksul”, sözgelimi bu sonuncular sayıca çoğunluğu oluştursalar bile, “azınlık” konumundadırlar. ”Rüştünü ispat etmemiş”, ”henüz değil” ile ”artık değil” arasında yer alanlar da azınlıktır; toplumsal “ferahlatma” ve “bakım” aygıtlarının hedeflediği yaşlılar da… Yeryüzü nüfusunun büyük bir kesimi, Afrika’nın, Asya’nın “yoksul” kitleleri – “kapatmak”, “dışlamak” ya da “yok etmek” için çok kalabalık, dünya kapitalizminin işleyişine “borçlandırılarak” dahil edilmek için çok yoksul olan muazzam nüfuslar da azınlıktırlar… Çoğunluk, doğrusunu söylemek gerekirse, bir “uydurmadan” başka bir şey değildir ve somut bir karşılığı yoktur – ortalama, Batılı, beyaz, yetişkin, iş güç sahibi erkek anlamına gelir ki, dünyada buna yaklaşan insan sayısı herhalde pek azdır. Samir Amin’in deyişiyle, bugün gelişmiş Batı ülkelerinin nüfus “çoğunluğu” da, buna göre, bir “azınlıklar çoğulluğu”ndan başka bir şey değildir: Birinci Dünya’daki Üçüncü Dünyalar…
İnsan dilleri birisi standart, gramercilerin, eğitimcilerin, dil antropologlarının, akademilerin, devletlere ait çeşitli kültür kuruluşlarının, sözlükçülerin varolduğunu varsaydıkları, incelemeye tabi tuttukları, kurallarını keşfettikleri, okullarda öğretmenlerin çocuklara -yani azınlıklara- öğretmeye çalıştıkları “anadil” denen şey, öbürü de sokakta konuşulan, argolarıyla, sürçmeleriyle, “patois” ve çeşitlenen lehçeleriyle, üsluplarıyla işleyen, yaşayan, gerçek dil olmak üzere iki görünüme sahiptirler. Edebiyatın dilde güçlü olduğu alan genellikle ikincisidir: bir edebi metnin değeri, gramere uygun olup olmamasından çok, yaşayan gerçek dilleri, jargonları, azınlık lehçelerini, çocuk kekelemelerini, ses tonlarını katederek güçlendirebilmesiyle ölçülür. Bugün Shakespeare’in İngilizcesine artık standart, “doğru” İngilizce muamelesi yapılıyor – oysa onun yazdığı dönemin bütün dil bozuklukları, soytarının tiradından, mezarcının söylevine kadar, yapıtının içindeydiler. Genel bir sonuca varmak gerekirse edebiyat, standart olduğu varsayılan “anadilini” kullanmak ve kurallarına uymak zorunda değildir – kendi değerini bununla ölçmeye kalkıştıkça bugün “edebiyat yapmak” dediğimiz durumla karşı karşıya kalmak tehlikesi vardır. (…) Edebiyatçı kendi dilinde “azınlık” olabilen demektir ve azınlık dendiğinde sorun, yalnızca etnik dillerde de yazan yazarın varlığı değildir – “minoritas”ın ikinci anlamı uyarınca, “kadının”, “çocukluğun”, “geri kalmışlığın”, “sömürülenin” edebiyatları azınlık edebiyatına girer. (…) Azınlık edebiyatı, klasik, “yüksek” denen ve Türkiye’de sanki genelleştirilebilir bir dil ve üslup birliğine sahip olabilirmiş gibi bakılan “anadili” edebiyatıyla karşıtlaşır. Onu reddettiği için değil, bir anadilini, Genet’in yaptığı gibi bütün baskın anlamlarını içeriden sarsıntıya uğratıp işlemek, dönüştürmek yoluyla bunu gerçekleştirir. Kuşkusuz özellikle Kafka ile Beckett’in sundukları “modern” tarzlarında azınlık edebiyatı, önce “yabancı”, isterseniz “sömürgeci” bir dilde icra edilen bir dönüştürme dili kırıp parçalama, alışıldık vurgu ve ritimlerini değiştirme ve yepyeni anlatım biçimleri, anlatım rejimleri üretme faaliyetidir. (…)
Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, Birikim Yayınları, 2014