Hava soğuk, katı. Yüzüm, ellerim donuyor. Ya Enes? Olduğum yerden sonu gelmeyecek gibi görünen insan zincirini izliyorum. Birazdan aralarına karışıp zincirin halkalarından biri olacağım ben de. Sıraya geçerken derin bir nefes alıyorum. Kuyrukta sözsüz, tedirgin bir bekleyiş hüküm sürüyor. Bu kadar uzununu görmemiştim hiç. Kucağımda dokuz aylık bebeğim, parmağı ağzında gülümsüyor. Gardiyanın gür sesiyle gülümsemesi yarım kalıyor, sesin geldiği yöne çeviriyor kafasını şaşkınlıkla. Kalp atışlarım hızlanıyor. Bugün de onu göremeyecek olma fikrine katlanamam. Yeterince eziyet etmediniz mi, diye haykırmak geliyor içimden. Susuyorum. Sıra bize geliyor, kimliğimi çıkarıp tezgâha bırakıyorum. Kadınlar tarafında olduğum için Enes’i kucağımdan alıp erkek gardiyanların yanına götürüyorlar. Kıyafetlerini çıkarıp bezini açıyorlar. Çığlık çığlığa ağlıyor çocuk, aldırmıyorlar. Kopup yanına gitmek istiyorum, çabam boşuna.
”Üzerindekileri çıkar.”
“Hepsini çıkardım zaten.”
“ İç çamaşırlarını da.”
“Regli dönemim Gardiyan Hanım, buna gerek var mı?”
“ Neyin gerekli olup olmadığını sana mı soracağız.”
Yaşadığım kısa tereddütten sonra gözümde yaşlarla isteneni yapıyor, iç çamaşırımı çıkarıyorum. Yüzümde şaşkınlıkla, kızgınlık karışımı bir bakış. Midem bulanıyor, içim dışına çıkacak gibi oluyor. Öyle bakıyorlar.
Biliyorum, onu görünce bu kâbus sona erecek. Birkaç gün sonra hayatın normal akışına kaptıracağım kendimi. Şimdi dayanmam gerek. Yapmam gereken biraz sabırlı olmak. Hepsi geçecek, geçecek.
Rutin dışı kontroller tamamlandıktan sonra Enes’i alabiliyorum kucağıma. Göz pınarlarıma dolanları itiyorum usulca. Annemin uzaklardan gelen sesini duyar gibi oluyorum.
“Benim kızımsın sen, yapılanlara boyun eğecek değilsin.”
Bu ses, çocukluğumda masallar anlattığı zamanlardan çok farklı. Hayatın ortasında, masallara katıksız inanmışlığımla kalakalıyorum.
Önce sık görüştüğümüz arkadaşlar, sonra iş yerinde birlikte çalıştıklarımız tuhaf davranmaya başladılar. Öyle bir başımıza kalakaldık. Derken bir gece vakti, Feyyaz’ı da alıp götürdüler. O kadar çok kişi aramadı ki… Çetelelerini tutacak değilim. Evet, başlarda çok üzüldüm bu haksız muameleye. Feyyaz yanımdayken insanların çiğliğini görmezden gelebiliyordum. O da alıkonulunca…
Kapıcının karşısında ezim ezim… Unutamıyorum o ânı.
“Üzülme abla, her şey açığa kavuşur. Feyyaz Bey’i de serbest bırakırlar birkaç güne.”
“ Sağ ol İsmail Efendi. Bu kadarını beklemiyorduk. Terörist gibi gece vakti.”
İsmail Efendi, büyüklük yapıp bozmuyor beni Allah’tan. Yoksa zaten renkten renge girmiş yüzüm iyice alabora olacak.
Feyyaz, süklüm püklüm duruyor karşımda. Bayram olmasa açık görüş de olmazdı ya. Camlı bölmenin bir tarafında o, diğer tarafında ben telefonla görüşebilirdik ancak. İyi görünmüyor ama seni iyi gördüm, diyorum. Anlamsız bakıyor yüzüme. Ruhu çekilmiş insanlar gibi. Ona moral vermek istiyorum, doğru cümleler bir türlü çıkmıyor saklandıkları yerden. Gözlerimi kaçırıyorum.
“Durum ne kadar kötü?”
“ Merak etme, iyi bir ağır ceza avukatı bulduk.”
“Babamlar geldi mi?”
Susuyorum. Yüzüme bakıyor ısrarla.
“ Gelmediler ama aradılar. Bir şeye ihtiyacımız olursa diye.”
“ Nasıl gelmezler?”
“ Kalbi var babanın, biliyorsun. Yaşlı insanlar sonuçta, hem annemler burada; bizi yalnız bırakmıyorlar.”
Yüzü asılır gibi oluyor önce, bakışımı görünce toparlıyor sonrasında.
“Siz nasılsınız? Kapımızı çalan oluyor mu?”
“ O nasıl söz, arkadaşlar gelip gidiyorlar eskisi gibi.”
“ Doğruyu söylemediğini biliyorum.”
Yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirip susuyorum.
“ Neyin var Nuran, rahatsız mısın?”
“ Yok, sıcakladım birden, pencereler şey diye…”
“ Kapalı! ”
“ Kapalı! ”
Çaresizliği ellerine sirayet ediyor.
“ Başka bir şeyin yok. Eminsin değil mi? ”
“ Merak etme, olsa söylemez miyim?”
“Boş ver sen beni, getirdiğim kitapları okuyabildin mi?”
“ Okudum okumasına da…”
Dalıp gidiyor. Bedeni, gergin bir yayı andırıyor. Ellerini nereye koyacağını bilemeyen küçük bir çocuk oturuyor sanki karşımda. Bu kederli havayı dağıtmak için Enes’i kucağına veriyorum. Bebeği nasıl tutacağını bilemiyor önce. Yaklaşıp koluna yerleştiriyorum.
“Unutmuşsun Feyyaz Bey.”
“Sorma, insan bilmediği yaşantının acemisi oluyormuş. Kırk yaşındayım ama gençler kadar tecrübesiz hissediyorum burada kendimi.”
Zihnimin gerisinde, Sezen’den “Geçer Geçer” çalmaya başlıyor. İyi saatte olsunlar, diyorum seslice. Yüzüme anlamaz gözlerle bakıyor. Yok, bir şey deyip geçiştiriyorum.
Enes, sıkılınca ağlamaya başlıyor. Alışkın değil ki babasına. Gözaltına alındığında iki aylıktı. Feyyaz’ın bakışlarındaki kırgınlığı görmemek imkânsız. Enes’i kucağıma alırken “Bu günler bitsin, alışır sana babası,” diyorum. Başını önüne eğip mahcup gülümsüyor.
Gardiyanların sesleriyle irkiliyorum. Gök gürlemesini andırıyor sesleri. Enes, bıcır bıcır huzursuzca etrafına bakınıyor. Gürültünün kaynağını arıyor gözleri. Feyyaz’la aramıza ölü toprağı serpiliyor yine. Mahzun bakıyor.
“Bir sonraki gelişimizde annenler de gelir belki.”
“ Belki de.”
“ Avukatla tekrar görüşeceğiz önümüzdeki hafta. Merak etme, işinin ehli.”
“ Pek umutlu değilim bu süreçten.”
“Öyle deme, elimizden geleni yapacağız.”
“Siz kendinize iyi bakın, başka bir şey istemiyorum.”
“ Biz iyiyiz, tek düşüncemiz sensin.”
“ Bir dahaki görüşe kadar yolunuzu gözleyeceğim.”
“ Kendine iyi bak, gözün arkada kalmasın.”
Geldiğimiz yoldan yine yüreğimdeki ağırlıkla geri dönüyoruz. Enes kucağımda, hoşnut bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Gardiyanlar düşmanca bakışlarını gizlemiyorlar. Aylardır ekranlardan odalarımıza dolan görüntüler zihnimde dönüp duruyor o an. Bu mevsimsiz dökülüşte biz de dökülecek yapraklar arasındayız. İçimden görünmez olmayı diliyorum. Göz göze gelmemeye çalışarak, kimliğimi girişteki görevliden alırken “Geçecek, geçecek!” diye yüksek sesle tekrarlıyorum.