Veysel Başçı
Rıza Beraheni, 13 Aralık 1935 yılında Tebriz’de sekiz çocuklu Azeri yoksul bir ailede dünyaya gelmişti.
Azerbaycan Demokrat Fırkasının Tebriz’deki siyasi ve kültürel etkilerinin hâlâ hissedildiği dönemlerdi. Devlet kurumlarında ve okullarda resmi olmasa da Azerice konuşulabiliyordu.Rıza altı yaşındayken başlamıştı ilkokula. Tek bildiği dil, ana dili Azericeydi. O yıl mevcut siyasi ve kültürel ortamda birazgerilmeye başlamıştı. Okullarda Farsçanın dışında herhangi bir dil konuşulmamasına dikkat ediliyordu artık. Okuldaki öğretmeni, Rıza ve sıra arkadaşlarına kısa sürede Farsça alfebeyi öğretmişti.
Alfabeyi söken çocuklardan gündelik hayatta gördüklerini anlatan kısa bir kompozisyon yazmalarını isteyebilirdi artık. En iyi kompozisyon okulun edebiyat köşesine asılacaktı. Rıza, binbir zorlukla bulduğu bir divitkalemle yazmıştı mahallesindeki yoksulların kısa öyküsünü. Gördüklerini, Farsça alfabeyi kullanarak ana diliyle anlatmıştı.Sonraki gün gittiği okulda yazdığı öyküyü öğretmenine uzatırken elleri titremişti heyecandan. Öğretmen, küçük Rıza’nın kâğıdına bakmış ama hiçbir şey anlamamış gibi yapmıştı. Yine de asmıştı onu edebiyat köşesine. Rıza, “duvara da asıldığına göre bunun bir ödülü olur artık herhalde”, diye düşünmüştü kendi kendine. İri gözlerini sınıfın kapısından alamamıştı o gün. Ödülünü ona kim verecekti acaba? Beklediği müjdeli haber yerine okulun eli sopalı müdür yardımcısı girmişti hışımla sınıfa. Kenarları fare kemiri gibi olan kağıdı çocuklara göstererek, “Bunu hanginiz yazdı?”, diye sormuştu. Rıza heyecanla öne atılmış ve “Ben yazdım.”, demişti gururla. Müdür yardımcısı, kâğıdı yere atmıştı. Sonra da Rıza’ya, “Eğil ve o yazdığın saçmalıkları bir güzel yala!”,demişti kaba sesiyle. Rıza o gün arkadaşlarının gözü önünde kâğıttaki mürekkebin hepsini yalamıştı. Kaderini şekillendirecek o mürekkebi yalarken, bir yandan da gözü dönmüş müdür yardımcısının gözlerine bakmış ve gözyaşlarını tutamamıştı. İşte ilk öyküsünü böyle yazmıştıRıza Beraheni. Ve yıllar sonra ona ana dilini soranlara; “Anadilimi ben ilkokuldan beridir karnımda taşıyorum.”, diyecekti hep; o tertemiz Tebriz beyefendisi nezaketiyle…
Rıza henüz ilkokulu bitirmemişti. Tebriz ve civarında enteresan gelişmeler oluyordu. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmişti. Bir taraftan İngilizler diğer taraftan Ruslar Tebriz’de cirit atıyordu. Derken Kızıl Ordu’nun desteğiyle İran’ın Batı’sında Tebriz merkezli Azerbaycan Milli Hükümeti kurulmuştu. Yaşanan siyasi gelişmeler, Tebriz halkı tarafından Rıza’nın karnındakinin doğum sancıları olarak algılanmıştı. Yıl 1945’ti. Aynı günlerde Mahabad merkezli Kürdistan Cumhuriyeti de kuruluşunu ilan etmişti. Rusların tahıl desteğine karşılık siyasi ve askeri desteğiyle kurulan bu iki hükümetin birbirine desteği ise tarihin gördüğü ender Kürt – Azeri dayanışmalarından biri olacaktı. Ancak her iki hükümetin de ömrü, ekinler boy vermeden bitmişti. Kürdistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed, Mahabad sınırına yığınak yapmış İran ordusu için, “Onlar benim için geliyor, beni bulmazlarsa halkımı öldürürler, halkımı öldürmelerindense beni öldürsünler.”, diye teslim olmayı ve Çarçıra Meydanında idam sehpasını selamlamayı tercih etmişti. Kadı, bu öngörüsünde haklı çıkacaktı. Nitekim Merkezi Tahran Hükümetine bağlı askerler sadece kendisi ve kurmaylarından dar bir kadroyla hesaplaşmış, sivillere dokunmamıştı. Azerbaycan Milli Hükümetinin BaşbakanıCafer Pişeveri ise Kadı Muhammed gibi teslim olmamıştı. Dört bir koldan Tebriz’e yürüyen Tahran merkezi hükümet birliklerine karşı direniş göstermeden halkını terk etmiş ve soluğu St. Petersburg’ta almıştı. Onun bu kaçışı TahranHükümetinin, Tebriz Hükümetiyle geniş bir hesaplamaşmasına sebep olmuştu. Bu hesaplaşmada Rıza’nın da tanık olduğu gibi, bir çok masum sivil hayatını kaybedecekti. Azerbaycan Milli Hükümetinin ortadankalkmasıyla birlikte Rıza da mecburen “egemen dile egemen” olmak zorundaydı artık. Kızıl Ordu’nun Kürtler gibi Azerilere attığı kan kırmızısı kazığı derinden hissetmişti Rıza o günlerde. Ama o da pek çok Ortadoğulu gibi karnındakinidüşürmesine sebep olan doktoruna âşık olmayı tercih edecektiileriki yıllarda.
Rıza, tüm bu hengâmede yoksullukla sürüp giden hayatına devam etmişti mecburen. Katlanılmaz yoksulluğa rağmen başarılı bir ortaöğrenimi olmuştu ve yirmi iki yaşındaykenTebriz Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Fakültesi’ni bitirmişti. Dünyaya Kızıl Ordu gibi soldan bakan biriydi artık.Kızıl Ordu’nun Tebriz halkına attığı o kazığı, hatırlamıyordu bile. Yıl 1960’tı. Rıza İstanbul’a gelmiş, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı anabilim dalından doktora derecesiyle mezun olmuştu. 1965 yılında, Tahran Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak alınmış, üç yıl sonra da yaldızlı bir doçentlik ünvanı almıştı. Şah karşıtı bir isimdiartık Rıza. İlk olarak 1973 de tutuklanmıştı. Hapishaneden çıkar çıkmaz Amerika’ya gitmişti. Amerika’dan insan hakları alanında en iyi gazeteci ödülüyle dönmüştü ülkesine. İlk Amerika macerasında avangard şairleri yakından tanımıştı.Ülkesine döndüğü gibi Şah rejimi tarafından “Egemen Kültür ve Ezilen Kültür” adlı makalesi ve “İran’da Sansür” üzerine konferansları nedeniyle tekrar tutuklanmıştı. Hapishanede ikenZill-ullah adlı devrimci edebiyat mottosuyla zindan şiirlerini kaleme alacaktı. 1978 Şubat Devrimi’ne destek veren marksist kalemlerden biri de kendisiydi. Fakat o da pek çok akranı gibi devrimi sert sözlerle eleştirmek için fazla beklemeyecekti. Kısa sürede bu yeni rejime de muhalif olarak bulmuştu kendisini. Protest duruşu sebebiyle 1983 yılında üniversiteden atılmış, ömür boyu kamu hizmetinden de men edilmişti. O günden sonra öğrenci ve takipçileri onu ancak oturduğu binanın altındaki kaçak garajda underground verdiği derslerde dinliyebilecekti. “Şiir kâğıttan kalkıp da kendi adına, şair ile muhattabı arasında ilişki kurmadıkça biz şiire başlamış sayılmayız. Bu yüzden şiir kadar şiirin nefesi, müziği ve sesi de önemlidir.”, ifadelerini kısık sesle ve gizlice söylemek zorunda kalacaktı.
Yaşar Kemal ve Rıza Beraheni
İşinden olanlara geniş arzıyla rahmet kapısını aralamaktan hoşlanan yüce Allah, bu marksist kulunu da unutmayacaktıelbet. Beş yıl boyunca, Austin ve Utah, Indiana, New York ve Baltimor Üniversitelerinde, Modern Edebiyat ve Yaratıcı Yazın üzerine dersler vermişti. Amerika, İngiltere, İsveç, Danimarka, Azerbaycan, Türkiye ve Fransa’da düzenlenen şiir gecelerine ve edebiyat söyleşilerine katılmıştı. Artık bir marksist değil, kemâle eren aklıyla bir liberal oluvermişti Rıza. Kendisini liberal demokrat olarak görüyor ve öyle addediyordu. Bu arada itibar suikastçisi olan etiketçi – tetikçi amele tayfası da boş durmuyordu tabii. Rıza eğilip karnından gelen sese kulak verse yahut o sebiyi azıcık beslemeliyimdese, bölücü bir Pan-Türkist olarak yaftalanıyordu. Farsça düşünüp yazınca da Pan-İranist oluveriyordu. Böylelikle üniversiteden atıldıktan sonraki en üretken yıllarında, her fâni aydının tadacağı itham sofrasından o da nasibine düşeni fazlasıyla almış oluyordu. Oysa o, kimliğine ve karnında taşıdığı ana diline duyarlı bir aydındı sadece, tek suçu buydu.
1995 yılında Kelebeklere adlı toplu şiirlerini yayınlamıştıRıza. Kitabın ikinci bölümünde o güne kadar Nimaî, serbest yahut Ahmet Şamlu’ya nispetle Şamluyî adı verilen modern İran şiirinden ayrılıp postmodern şiir akımını başlattığını söylüyordu. Tek vezinli şiirden bileşik vezinli ve çok sesli şiire geçerek, kendini dilin söz dizimsel tiranlığından kurtardığını belirtmişti. Bir şiirde dilin tüm unsurlarını okuyucunun zihninde yaratmaya doğru evrilen yeni bir tarzgeliştirdiğini iddia ediyordu. Şiiri, şiir yapısı içindeki imge, kavram ve duygulardan uzaklaştırmadan, ağırlık zincirlerinden kurtarıp, ana konusunu, dilini ve dilbilimini ortaya çıkardığını ileri sürüyordu. Adı geçen bu kitaptaki şiirlerinin bir çoğundada bu tarz hissediliyordu. Aslında onun bu iddiası 1960’larda Amerika Birleşik Devletlerindeki bir grup avangard şairin eğilimiyle aynı sayılırdı. Öncüleri arasında Leslie Scalapino, Stephen Rodefer, Bruce Andrews, Charles Bernstein, Ron Silliman, Barrett Watten gibi şairlerin yer aldığı L = A = N = G = U = A = G = E veya dil şairleriyle benzerlik taşıyordutarzı. Çünkü dil şairi, bir eserden anlam çıkarmada okuyucunun rolünü vurguluyordu. Şiiri, dilin kendi içinde bir inşası olarak görerek ifadeyi küçümsüyor, daha teorik terimlerle, metnin arkasındaki bir konuşmacının “doğal”varlığına meydan okuyor ve gösterenin ayrılması ile önemliliğini vurguluyordu. Dil şairleri özellikle daha uzun ve anlatı dışı biçimlerde düzyazı şiirini tercih eden şairlerdi. “Dil yazma” veya “dil merkezli yazma” terimlerini yaygın olarak kullanıyorlardı. Şiirlerini geliştirirken de başlangıç noktası olarak, modernist geleneğinde açıkça görülen yöntem vurgusu üzerinde duruyor ve bu tarzı da şiirsel postmodernizm örneğiolarak sunuyorlardı. Beat şairleri ya da San Francisco Rönesansı denilen bu avangard yeni Amerikan şairlerine, New York ve Black Mountain Okulu, Objektivist şairler gibi isimler de verilmişti.
İşte bu teorik çerçeveden bakıldığında adı bile tartışmalı olan bu şiir ekolünün İran’daki temsilcisiydi Rıza. Bu durumda altı yaşındayken yalayarak yuttuğu o ana dilinin bir etkisi varmıydı bilinmez ama 1997 yılında, “Ben kendimi Nimaî ve serbest şiirin çıkmazından kurtardım ve Fars edebiyatında modern eleştiri kuramının temellerini atarak yeni bir söylem geliştirdim.”, diyerek tabir yerindeyse, edebiyat ve şiir dünyasına pimi çekilmiş el bombası bırakarak çekip gitmişti Kanada’ya. “Tanrı’nın kendinden uzaklaştırdığı bir peygamber gibi” hâlâ Kanada’da yaşamaya devam ediyor.
Rıza Beraheni, güçlü bir şair oluşunun yanında, iyi bir romanyazarıdır aynı zamanda. Yazın teori ve eleştiriciliği, yazınsal gazetecilik ve yazınsal çevirmenlik yapmaya devam etmektedir. Dünya PEN üyesidir. PEN Kanada Dönemsel Başkanı, İran Yazarlar Birliği kurucu üyesi, İran Yazarlar Birliği Danışma Kurulu aktif üyesidir. Sansüre karşı çıkışıyla ünlenmiş olan bildiriyi hazırlayan 134’lerden biridir aynı zamanda. Kendisini üniversiteden ihraç edenlere inat halen, Kanada’da Toronto ve York Üniversitelerinde öğretim üyeliği de yapmaktadır. Bugüne dek birçok bilimsel ve popüler makale de yanınlamış olan Rıza Beraheni’nin, Farsça yazıları ağırlıklı olsa da İngilizce, Azerice ve Fransızca kaleme aldığı eserleri de vardır. Toplam 54 kitabı bulunan Rıza Beraheni’nin eserlerinden bazıları şunlardır:
Şiirleri: Bahçenin Ceylanları, Orman ve Şehir, Bir Gece Öğlenden, Güneş Altında Çile, Ayın Yassı YüzeyindekiÇiçek, Maskeler ve Bağcıklar (İngilizce şiirler), Büyük Kederler, Pencereye Gel, İsmail, Kelebeklere, Zill-ullah.
Romanları: Ayaz Beyin Cehennem Günleri, Öldürülenlerin Türküsü, Ana Yurdumun Sırları, NewYork’ta İlyas, Kuyudan Kuyuya, Azade Hanım ile Yazarı, Dr. Şerifi’nin Özel Auschwitz’i. Düğünden Sonra Ne Oldu?, Tebrizliler.
Öyküleri: Taçlı Yamyamlar (öykü ve şiir), Baba ve Oğullar(toplu öyküler)
Edebiyat Kuramı ve Eleştirileri: Bakırda Altın, Hafız Risalesi, Edebiyat Eleştirisinde Liderlik Krizi, İran Devriminde Neler Oldu, Neler Olacak? , Gelecek Kuşağa Raporlar (konuşmalar ve röportajlar), Öykü Yazarlığı, Kimya ve Toprak, Eril Tarih.
Bazı Ödülleri: İnsan hakları alanında en iyi gazeteci ödülü (1977) Edebiyat eleştirileri alanındaki faliyetlerinden ötürü Yelda Edebiyat Ödülü (2005), Avangard şiirinin öncüleri ödülü (2016).
Rıza Beraheni’nin Kelebeklere adlı şiir kitabının Türkçe çevirisi 2004 yılında Dünya Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Ayrıca Sevgili Haşim Hüsrevşahi ile birlikte hazırladıkları Yazarın Gölgesi adlı Sadık Hidayet’le ilgili edebiyat incelemesi kitabı da 2011 yılında Kavis yayınlarıncaTürkçe yayınlanmıştır.
Beraheni, aşağıda çevirisine yer verdiğimiz Def adlı şiiriFarsça yazmış ve söylemiştir. Her avangard şiir gibi; “bilinen, denenen ne var ne yok tüm her şeyi eskitmeyi, aşındırmayı, aşmayı hedefleyen oldukça iddialı bir şiirdir” Def şiiri. “Söz ve dilin kurallı dizgesi içerisinde varlığını gizleyen, derinlerde bir gömü gibi düşüncesini sunan” bir şiirdir. Aliterasyon tekniğiyle (ses tekrarı) söylenmiş son derece coşkulu bir şiirörneğidir. Bu avangard şiirde, def kelimesini tüm gerçek ve yan anlamlarıyla birlikte kullanmıştır şair. Def vurmak, def çalmak, karanlığı def etmek vb… Şairin, Tebrizli hemşehrisive arkadaşı Ressam Aydın Ağdaşlu’ya ithaf ettiği bu şiir,yukarıda sözünü ettiğimiz L = A = N = G = U = A = G = E veya dil şairlerininin şiir tarzını da ziyadesiyle yansıtan bir şiirdir. Onun bu iddialı şiirinde dil konuşlanmak istiyor, ama şair oralı olmuyor. Yani şiirsel ifadenin bulduğu ilk boşluğa konuşlanmasına açıkça kendisi engel oluyor. Seçeneklerini ve tercihlerini artırarak görmek istiyor. O nedenle şiiri okurken hem bir şey anlıyor gibi oluyoruz hem de tam olarak anlamıyoruz ve şiir bizi kendine doğru sürüklüyor adeta. Avangard şiirlerin içerdiği en önemli özelliklerden olan butazyik durumu, okuru ya da dinleyiciyi kendisine doğru çekiyor. Okumaktan ziyade şiirin kendisini dinlemeyi daha çoşkulu hâle getiriyor. Pek çok şiirinde olduğu gibi bu şiirin müziğindeki vezin ve iç kafiyelerle de oynuyor şair. Uzun beyitleri tek nefeste okuduğu egzersizler yapıyor. “Doğu’nunklasik şairlerine ihtiyaç duyuyorsak bizim gelenekselciolmamıza gerek yok, onları modern kalıplar içerisinde yontmalıyız”, diyen şair bu şiirinde; Mevlana ve Şems-i Tebrizi’yi açıkça anıyor. “Ey Urmevî” diyerek Hüsamettin Çelebi’ye ve “mucizenin uzak yollarında bekleyen kana bulanmış asiler” diyerek de Hallac-ı Mansur gibi sûfi şairlere modern imgelerle göndermelerde bulunuyor. Eril Tarih adlı eserinde, “Diktatörlüğü yenmek için erkek egemen zihniyeti yenmeliyiz.”, diyen şair bu şiirinde de Tahran’daki umutsuzluğu bir kadının haykırışıyla resmediyor. Yani Rıza bir şair olarak öyle karnından konuşmuyor, yaladığı mürekkepten neş’et birçok teknik ile bağırıyor ve tıpkı bir def gibi feryâd ediyor:
DEF
döv defi! döv çünkü bu ay ışığının altındaki, bir gece yarısının def edilişinin gecesidir
şimşeklerin artarak gelen coşkusu, ruhların fatihane feryadıdır.
evet, döv! şirin havadisler arasındaki sesin yansıyan ışığı, ferhat’ın arzuladığı bir def ediştir
döv defi! döv ki o dairenin gerçekliğinin parlak geleceği çağlayarak coşsun, coşsun ve daha da coşsun!
def, def ile yoğrulmuş, ay, aydan ürkmüş, tanrı aşkına döv!
göğün ruhunun defi aşkına,
benim ruhumun defi aşkına döv defi.
gece, bundan sonra sessiz kalmayacaktır
ben, bu tufani geceden sonra
yüzyıllarca uyumayacağım!
geceyi def et! yüzbinlerce def ile def et onu!
mehtabı,
benim ruhum ile döv! defini elinden düşürme sakın, şu anın lezzeti için, ne olur defini
elinden düşürme!
ey ruhun kürdü!
uzun saçlı!
kıkaç-gözlü
kaşı mucizelere taraf çekilmiş! örtük sevdaların heveslisi!
badem -gözlü
kavruk -dudaklı
bin ateşin hırsızı, ey kâf! ey altının hararetinde eriyen bakır kahkaha,
bedenimin, o def-def-def diyen küresini döv
defini elinden düşürme sakın!
defin seyyareleri,
kırlangıç bahçelerinde dövülüyorlar
def def di-def di-def
gözlerin gibi olan
bu kalemden,
kan damlıyor.
def- def- di-def.
çelikten sahillerde koşan bir kadın,
bağırıyor:
tanrım! tanrım! tanrım! tahran’ın göğünü neden unuttun tanrım!
def, gökyüzünden aldığı dolunayın sarı halesini, kadına armağan ediyor
def-def-di-def-di-def
def-def-di-def-di-def
def-def-di-def-di-def
sevgilim!
ey gökyüzü!
izdivacın ruhu!
gül ile yaprağın, turunçun sırrı!
badem-gözlü
bedenimin, o def-def-def diyen küresini döv!
ey ruhun kürdü!
kerkük’ü, feryadının heybeti ile döv!
kaf dağı üzerinde
def-def-di-def
def-def-di-def
simurgcuğum döv! elburz’un defini döv! taş ruhların definesini uyandır! elburz’u uyandır!
def-def-di-def
def-def-di-def-di-def.
uykunun atalarını, taşlaşmış ruhlarından uyandır!
simurgcuğum!
bağır:
def-def-di-def
def-def-di-def-di-def
def-def-di-def-di-def-di-def-def.
yakuti sahralar üzerinde
dövülen def-def-defse eğer
üzerime doğ, omuzlarım üzerine!
ey defin sineleri!
def-def-deftir döven şey- dövülen şey!
kızarmış ergüvani parmaklarla,
bir tutam
bal ve esanstır,
def-def-def-tir
def-def-def-tir döven şey.
ben sahilim,
dalgalardır
def-def-def- diye vuran beni.
toprağım ben,
atların toynağıdır
def-def-def- diye döven beni.
konya’nın kadim ruhu torağın altında,
ateşe gömülmüş,
konya, toprağın omuzları üzerinde;
lale ve ergüvan gibi
açmıştır…
def-def-def-tir dövünen şey
konya üzerine…
ah ey civan!
ey urmevi!
ey hem-dem olmanın ruhu
def-def-def-tir dövünen
mevlana üzerine…
mutluluktan şarha şarha olmuş ovaların üzerine yazılandır;
tebriz
ve şems!
ey urmevi!
ey antik dillerin genç babillisi!
konya’nın kadim ruhu toprak altında,
ateşe gömülmüş,
konya, toprağın omuzları üzerinde;
lale ve ergüvan gibi
açmıştır…
def-def-def-tir dövünen
konya üzerine…
rüzgâr, savalan (dağı) eteklerinden kavis çizerek süzülmekte;
ve o med kavminin, kenarında ocaklık kurduğu gölün koynuna dökülmektedir…
def-def-def-tir dövünen…
seher vaktine dek uyanık kalmış sehend dağından bir güneş,
mad dağının bekleyişini sürdüren zirvelerine göz kırpmaktadır
ve elvend’e.
kadim doğunun zerdüştü aramızdadır
def-def-def-tir dövünen
damlarımızda.
deve sütü,
öğlenin damına,
şarabın şathına,
dilin boynuna
def-def-def-gibi vurmaktadır.
damlarımız üzerinde çalılığa dönüşen
zambaktan bir denizdir
def-def-def-tir döven şey,
hedef üzre,
def-def-def-tir dövünen,
def-def-def-tir
def-def-def-tir
def-def-def-tir vuran şey…
ah, ey civan! izin verde öpeyim seni!
o hançere,
öpülesidir…
ey ergüvan!
ah ey civan!
bir tutam bal,
bal ve esans!
öpülesi!
ey hançere,
ey ergüvan!
ay gibi olan defim, dünyanın etrafında dolanmaktadır
defin ardı,
dolunaydır
dolunaydır
dolunaydır…
def-def-def-tir vuran şey
gözyaşı ve bal!
şarap kovası!
ey şelale!
ay gibi olan defim, dünyanın etrafında dolanmaktadır
ay gibi olan defim,
izdivacım,
hedef üzre,
hedef üzre…
döv defi ! döv zira bu ay ışığının altında, bir gece yarısının def edilişinin gecesidir
ve kadim doğunun zerdüştü aramızdadır
ruhların fatihane feryadıdır şimşeklerin coşkusuyla beraber artarak gelen.
ay gibi olan defim, dünyanın etrafında dolanmaktadır
ışığın defleri, başın seyyareleri üzerindeki halesi
hayret edişlerin boyun üstündeki göğü,
tecellinin mutlu omuzları
baş oynatır,
baş sallar,
başı def eder,
defin
başına vurur,
def-defin kılıcıdır halkın boynunu kökünden vuran
baş vuruyor,
def vuruyor,
ah, ey civan!
ey ergüvan!
o hançere
öpülesidir!
öpülesi!
kesilesi!
def-defin kılıcıdır halkın boynunu kökünden vuran,
def mi vuruyorsun?
baş mı vuruyorsun?
def-defi döven o hayretsi gökkuşağını,
kendileriyle alıp götürenler
başı bedeninden ayrılan,
mucizenin uzak yollarında bekleyen kana bulanmış asilerdir
ve binlerce yıldız da,
rüzgarın geçiş güzergahında,
def-def-def diye dövünene
seslenmektedir.
yıldızlardır,
baş üzerinde duran seyyarelerdir
ve def-def-def’i döven
def tarzındaki bir samanyolunun teravetidir
dökülen.
def, seher vaktiyle birlikte,
aşık ve şeyda seyyareleri örtmüş
kadife bir örtüdür,
kasnağına deli divane olduğum, ey divane def,
ey divane def,
ey divane def,
eyyyyyy
deli divanen olayım kasnağına ey divane def, eyyyyyy
deli divanen olayım ey divane def, ey divane def, ey divane def, eyyyyy…
eyyyy…
eyyyy…
deli divanen olayım ey divane def, eyyy…
eyyyy…eyyy…eyy…