Veysel Başçı
Onu ilk kez 2009 yılının baharında, Kereç’in Serhadabâd mahallesindeki evinde görmüştüm. 18. Hücre adlı öykü kitabının Türkçesini kendisine uzattığımda, gözleri önünde canlanan hapishane hatıralarının soğukluğunu ben de hissetmiştim o an. Kitap dolu odanın ortasında tekerlekli sandalyesindeydi. İki yıl önce Rıza Mahabadî’yle birlikte Enfal katliamına ait görüntüleri izlerken üzerine çöken inme, onu o sandalyeye mahkûm etmişti. Hakikî ve samimi bir söz ehline nasıl tesir ediyorsa, izlediği o acı görüntüler de onun kalbine öyle tesir etmişti. Tekerlekli sandalyeye mahkûm biriydi artık.
Gerçi bu onun ilk mahkûmiyeti değildi. Hayatının hatırı sayılı kısmını, Pehlevi rejimi hapishanelerinde düşünce suçlusu bir mahkûm olarak geçirmişti. O yüzden hayatının son çeyreğinde o sandalyeye mahkûm olmak, onun gibi bir yazar için ceza değil Tanrı tarafından armağan edilmiş bir ödüldü. Mahabadî ile hazırladıkları yirmi ciltlik İran Halk Efsaneleri’nin on yedinci cildinin son okumasını yapıyordu o gün. Evin Zindanları’nın hücre koridorlarını andıran kitap raflarının olduğu o büyükçe odada, tek bir resim tablosu asılıydı. “Yolunu ben devam ettiriyorum” dediği Tudeh Partisi’nden dava arkadaşı, meslektaşı ve yoldaşı ile sarmaş dolaştılar o resimde. Kader resimdeki bu iki yoldaşı kısa sürede ayırmıştı birbirinden. Birisi, gençken öl(dürül)müştü. Ölümünden sonra yayımlanan çocuk hikâyeleri ve halk masallarıyla uluslararası şöhreti yakalamıştı ölümünü arzulayanlara inat. Diğeri ise yaşarken birçok kez öldürülmek istenmişti. Hayatı katlanılması güç mücadelelerle geçmişti. Adı ve kariyeriyle özdeş, Kederli/Bulutlu Yıllar (Salhâyi Ebrî) adlı dört ciltlik romanda toplamıştı o hayatı. Ancak, bin altı yüz elli sayfa bile yetmemişti o kederi anlatmaya. Bu resimdeki o iki dava arkadaşı, yoksul halkların derdini paylaşmaya, toplumsal adalete ilişkin duygularını anlatmaya ta çocuklardan başlamışlardı. İkisinin de çocuk kitaplarındaki kahramanları aynıydı. O kahramanlar ya kendileriydi ya da kendileri gibi emekçi, yoksul ve öteki semtin çocukları. Birisi Aras Nehri’nin kenarındaki baldırı çıplak, üstü başı perişan çocukların arasına karışmış, onlara sınırsız mavi bir dünyanın var olduğunu balıklar üzerinden anlatmıştı. Diğeri, Kermanşah’ın gecekondu semtinin ortasından geçen, köpek ölüleriyle dolu Abşûran adlı atık su deresinde oyunlar oynayarak büyümüştü. Bıyık uçlarını hafifçe yukarı doğru kıvırmış olanın başında o her zamanki kalpağı duruyordu, diğerinin başında ise kareli kasketi. Birisini herkes tanımıştı. Okuru, seveni ve destekçisi çoktu. Diğerini de pek çok kişi tanımıştı, yurtdışından çeşitli ödüller almış, Türkiye dâhil pek çok ülkeye davet edilmişti. Onun da bir hayli okuru vardı, sadece halkı tanıyamamıştı onu o kadar. Dünyaya muhalif olarak gelmek gibi bir suç işlemişti bir de. O resimdeki ölenin nasibine şöhret, yaşayanın nasibine mücadele, kahır ve keder düşmüştü her zamanki gibi. Birisi Azeri diğeri Kürt halkının kalemi ve sesi olmuş iki yoldaş, iki dost, iki yürekli adamdı o resimde birbirine sarılanlar: Samed Behrengi ve Ali Eşref Dervişyan.
1941 yılında Kermanşah’ın yoksul bir mahallesinde işçi bir ailede dünyaya gelmişti Dervişyan. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde, ağır işlerde çalışarak tamamlamıştı. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Kermanşah’ın güneybatısında, Kelhor Kürtlerinin payitahtı adıyla ünlü Batı Gilan köylerinde uzunca süre köy öğretmenliği yapmıştı. Gorki’nin ifadesiyle toplum üniversitesini erken bitirecekti ama yine de bir üniversitede okuması gerekiyordu. 1966 yılında Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı bölümüne yazılmıştı. Bir yandan öğretmenlik yaptığı öbür yandan üniversitede okuduğu bu yıllarda çağdaş İran edebiyatının önde gelen isimlerinden Simin Danışver ve Celal Al-i Ahmet’in evine, yakın dostu Behrengi’yle birlikte gitmişlerdi pek çok kez. İlk toplu öyküleri Bu Vilayetten’i (Ez İn Vilayet) 1972’de yani aynı üniversitede Analitik Psikoloji ve Eğitim Bilimleri ve Rehberliği alanında yüksek lisansa başladığı yıl yayımlamıştı. Bu kitap, Gorki ekolünden yeni bir yazarın doğuşunun müjdesiydi, Tahran’daki edebiyat çevreleri için. Öykülerinin konusu Kürt köylerinde öğretmenlik yaparken tecrübe ettiği gözlem ve hislerinden oluşuyordu. O köylülerin katlanılmaz yoksulluk içindeki hayatını, akıcı bir yazı ve yorumlayıcı bir dille anlatmıştı. Xalo Resul’ün çaresizliğini, kazandığı parayı defalarca sayan Kakê Murad’ın sevincini yazmıştı. Babasının borcuna karşılık küçük yaşta evlendirilen Hetâv’ın gerdek gecesinde kan kaybı ve doktorsuzluktan nasıl öldüğünü de. Erkeklerin işsizliğine, kadınların temayüllerine eğilirken, hastalığın ve cehaletin çocuklar üzerindeki etkisine de o çarpıcı “Gâzulek” (kene) öyküsüyle özel yer açmıştı. Toprağından ve öküzünden mahrum bırakıldığı için toprağa küsmüş Kürt köylüsünü, geçimini mezar kazmakla sağlayan bir emekçi olarak Kabr-i Gebri’de ele almıştı.
Yayımlanmış bu öykülerden üç ay sonra, Pehlevi rejimi tarafından tutuklanmış, yazması yasaklanmıştı. Kermanşah’ın Dizelabâd Hapishanesi’ndeki sekiz aylık ilk tutukluğunun ardından iki kez daha tutuklanacaktı. Kelyayî Kürtçesinde Telistan denilen bölgeye atfen “Telğistanlı Latif” müstear ismini kullanarak kalem oynattığı dönem de, yıllara yayılmış bu uzun tutukluk dönemiydi. 1979 Şubat Devrimi’ne kadar aralıksız hapiste bırakılmıştı. Şubat Devrimi’yle birlikte salıverilmişti, fakat rejim değişikliğiyle birlikte pozisyon değiştirecek kadar konformist ol(a)mamıştı. Hapishaneden çıktıktan sonra yeni rejimle birlikte eski işini de kaybedecekti. Ama hapishanede kaleme aldığı onlarca kitabı birbirini ardınca yayımlamıştı. Çocuk Kütüphanesinde Yangın, Okulumuzun Duvar Gazetesi, Bin Gözlü Kara Bulut vb. daha birçok eser vermişti. Cezaevi ürünü olan bu eserlerden Ekmek Mevsimi (Fasl-i Nan) ve Babamın Şarkılarıyla Beraber (Hemrâh-ı Ahenghây-i Babam)adlı toplu öykülerinde Zulümabâd üzerinden yine o acılı hayata değinmişti. Kürt dansını harika oynayan annesini, sokakta gördüğü Yarê’yi, okuyucuyu hayatın büyük alanlarına götürmeden, Kermanşah’ın kenar mahalesi sınırları içinde kalarak dünyaya anlatacaktı. Mir Abidini’nin dediği gibi, “altmışlı ve yetmişli yılların kültürel atmosferinde, dönemin sosyal yaşamını kendi halkı üzerinden anlatmıştı. Özellikle toplumsal çelişkilerin geliştiği, karşıt grupların girişimlerinin arttığı bu yıllarda toplumcu bir yazar olarak ait olduğu yoksul mahallesinden kesitler sunmakla yetinmemiş, itiraz ve direnişe ilişkin görüntü de ortaya koymuştu. Çocuk kitapları dâhil olmak üzere bazı öyküleri, teslimiyetten kaçınma temasını işliyordu. Bu öyküler genellikle inançsal çıkarımlarla son buluyor ve siyasi etkenler, öykülerinin en belirgin yönünü oluşturuyordu.” ([1]*)
Yazım tarzındaki bu belirgin çizgisi, kimi edebiyat ve sanatseverler tarafından eleştirilmesine neden olmuştu. Onlara göre realist bir yazar, gerçekliği bu derece yüzeysel ve açık işlememeliydi. Bu stil, yazının sanat aşamasına ulaşma gücünü kırabilir, okuyucuyu düşünme yerine duygusal yapabilirdi. Ancak o tüm bu eleştirilere rağmen tarzından asla taviz vermemişti. Devrimden sonra artık iyice demlenmiş bir yazar olarak, ülkesindeki edebiyatı tehdit eden sansür ve otosansür gailesi ile amansız bir mücadeleye girişecekti. Mücadele ettikleri arasında stilini, “folklorik, yöresel ve mahalli” olarak tanımlamayı tercih eden üsttenci eleştirmenler de vardı. 1994 yılında 134 İranlı yazar, şair ve kalem erbabının yayımladığı o ünlü “Bizler Yazarız” deklarasyonunu imzalayanlar arasında ilk sıradaydı. Deklarasyonu imzalamış bazı isimler, ülkedeki aydınları hedef alan, seri cinayetlere (Katlhây-i Zencireyî) kurban gitmişti. Bu sebeple Şems-i Lengerudi gibi birkaç isim deklarasyondan imzasını çekmişse de Şamlu, Berahani ve Gulşiri gibi Dervişyan da imzasının arkasında durmuştu. İran Yazarlar Birliği’nin en aktif üyesi olarak ülke içinde ve dışında edebiyat dersleri vermişti. “İranlı Charles Dickens” olarak anılmaya başlamıştı artık. Köy ve kırsal edebiyatıyla adından söz ettirdiği için de bazıları tarafından Yaşar Kemal’e benzetiliyordu. Yurt içinde sosyal ve kültürel konularda konferanslar veriyor, yurt dışından davetler alıyordu. Avustralya kıtasındaki çeşitli kolej ve üniversitelerde edebiyat dersleri de vermişti. Sansüre teslim olmadığı için yeni rejim tarafından kitaplarının yayınlanması yasaklanmıştı bir süre, bu yüzden bazı kitaplarını yurt dışında yayımlamıştı. 2004 yılında “Komşu Aç Kapıyı” adlı edebiyat buluşmaları için Türkiye’ye davet edilmiş edebiyatçı yazar ve şairler arasında o da vardı.
Dervişyan’ın çocuk edebiyatı, roman, öykü, efsane, hatıra, halk inanışları ve Kürtçenin Kermanşah diyalektiği üzerine sözlük, dil ve edebiyat alanında bilimsel çalışmaları da olmuştu. Samed Behrengi ile ilgili iki araştırma kitabı yazmıştı. Kendisine ait Kürtçe kısa öyküler dışında, Hasan Kızılçı, Necibe Ahmet, Ahmet Ali Berzenci, Celil Kakeveys, Şirzad Hasan, Ata Nehayi, Ferhat Pirbal ve Sara Efrasyab gibi çağdaş Kürt yazarlardan Farsçaya öyküler de çevirmiş ve yayımlamıştı. Karakış günlerinde, dış dünyayla bağlantısı kopmuş Kürt köylerinde oynanan oyunlar ve ev tiyatrolarını da yazmıştı. Bu oyunlarda kullanılan Kürtçe bilmeceleri derlemişti. Kariyeri boyunca pek çok ulusal ve uluslararası ödüle layık görülmüştü. 2007 yılında siyasi risk altındaki yazarlara verilen Uluslararası Hellman Hammett İnsan Hakları Ödülü’ne layık görülen yedi İranlı yazardan birisi olmuştu. 2011 yılında Uluslararası Tahran Kitap Fuarında İran’ın en prestijli yayınevlerinden Çeşme Yayınları’nın standından toplanan kitaplarına bir çok kitapsever gibi ben de şahit olmuştum. Ama ülkesindeki baskı ve sansüre rağmen kitapları birçok ülkede çeşitli dünya dillerine çevrilmişti. 2009 yılının baharında, Kereç’in Serhadabâd mahallesindeki evinde omuzlarıma ağır bir yük bırakarak dış kapıya kadar uğurlamıştı beni. Deneyimli çevirmen ve usta şair sevgili Haşim Hüsrevşahi’nin 18. Hücre çevirisinden sonra diğer kitaplarının da özellikle Kürtçeye ve komşu dil Türkçeye çevrilmesini istemişti benden ve ben hiçbir şey yapamamıştım bu hususta.
Neyse ki sevgili Makbule Aras Eivazi ve Manos Kitap sayesinde Abşûran çevirisiyle ikinci kitabı da Türkçe okurla buluşmuştu.
Eivazi’nin bu kıymetli çevirisinden sonra değerli akademisyen Kenan Subaşı’nın editörlüğünde Nûbihar Yayınları tarafından iki ay önce basılan Demsala Nan (Ekmek Mevsimi) ve Abşûran da Kürtçe okuruyla buluşmuştu. Bunu ileriki günlerde diğer eserleri izleyecekti. En azından son iki kitabın basılmasına dolaylı da olsa vesile olmuştum. Omzumdaki yük kısmen azalmıştı.
Dedim ya Enfal katliamına ait görüntüleri izlerken üzerine çöken o inme, onu tekerlekli sandalyeye mahkûm etmiş ve 2017’nin 26 Ekim günü bugün aramızdan alıp götürmüştü. Kalemi ve nefesi gibi ölüsü de rejimi tedirgin edecekti. Türlü hinliklerle ne Kermanşah’ta annesinin ve halkının yanına gömülmesine izin verdiler ne de Tahran’daki kalem ve sanat erbabına ayrılan parselde yatmasına.
[1]* Hasan Mir Abidini, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, c. II, çev. Hicabi Kırlangıç, Nüsha Yayınları, s. 207.