Hande Çiğdemoğlu
Onu hiçbir zaman tam olarak anlayamadım. İnsan annesini anlayamaz mı, tanımaz mı hiç olmazsa? Gerçi tanıyorum sayılır, sadece anlayamıyorum. Hele bu son yaptığı şey! Kırılmam, küsmem hatta köprüleri atmam gerekirdi ama içimde bir kuş onun için havalanıyor, kıyamıyorum. O da bana kıyamazdı. Sünnet olmamı hiç istememişti mesela. “Büyüdüğünde kendi karar versin, ben küçücük çocuğumun parçasına neşter değdirmem” demişti. Anneannem onu ikna etmek için çok uğraşmış, sağlıktan girmiş, askerlikten çıkmış, sonunda önüne koca bir “ele güne karşı” duvarı örmüştü. Annem ki kaç duvarı ayağının burnu ile itip yıkmış kadın, umursamamıştı tabii. Sonra olan olmuştu.
Hatırlıyorum o günü; annemin işte olduğu bir gün, öğleden önce dedem beni anaokulundan aldı. Önce parka götürdü, sonra koluma kordonu siyah, rakamları fosforlu bir saat taktı. Yaza alacağı iki tekerlekli bisikletten, bahçede yapacağı düğünden, düğüne gelecek çalgıcılardan, hatta sihirbazlardan bahsetti. Büyümekten, erkeklikten, kuvvetten… Ucundan azıcık dedi. Annem, işten geldiğinde ben anneannemin hazırladığı beyaz fistolu sünnet yatağında yatıyordum. Pipim sargılarla sarılmıştı, canım yanıyordu. Annem yüzüme baktı, saçlarımı, yüzümü, boynumu öptü. Boynumda iki ılık damla. Anneannem, vurup kıracağından, bağırıp çağıracağından emin olduğu kızının sakinliği karşısında tedirgindi. “Bak kızım oldubitti işte, hadi Allah damatlığını da göstersin.” dedi. Annem sadece “âmin” dedi. Dedem elini öptürdü, anneannem kızını gururla kucakladı. Ama sonra ne anneannemin heves ettiği mevlit okundu ne dedemin adadığı düğün yapıldı. O yaz bir daha asla dönmemecesine onların yanından ayrılacaktık. Okula hiç bilmediğim bir şehirde başlayacak, anneannem ve dedemle gittikçe azalan sıklıkla ancak emrivaki yapıp bize gelirlerse görüşecektim. Annem ailesi ile olan bağını benim pipimden kopan parça gibi koparmıştı.
Şimdi beni bırakıp gideceğine inanamıyorum. Bunun beni bırakmak olmadığını bildiğim halde. Kim bilir belki gerçekten öyledir. “Artık kendi yuvanı kuruyorsun, çok mutlu olmanı dilerim oğlum” demişti. Bu dokuz kelime ağzından nasıl çabucak, nasıl kolayca dökülmüştü.
Ufak tefek bir kadındı annem, saçları hep kısa, gözleri yeşilin bin bir tonu. Öyle ki bazen nemli bir orman, bazen coşkun bir deniz, bazen de çürümüş bir sarmaşığa benzerdi. Ama yükü kendi gibi ufak tefek değildi. Evlendiği adam, baba olur olmaz gitmişti. Kaçmış, kaybolmuştu belki. Babamla ilgili pek konuşmazdı annem. “Neden?” sorularımı hep “O öyle biri, yapacak bir şey yok.” diye geçiştirirdi.
21’inde yeni mezun genç bir kadındı, yapacak bir şey olmadığında. Yaşıtları eğitimine, kariyerine, hatta henüz gençlik denilen maceranın dönemeçlerinde koşmaya devam ederken o, annelik denilen hücreye çoktan hapsolmuştu. İki kişilik masal dünyamızda annem sadece anlatıcı değildi, bazı sayfaları o da ilk kez okuyor ama ne olursa olsun şaşırmıyordu.
Anneannem ve dedem, rıza göstermedikleri bu evlilik macerasının rövanşını çabucak almıştı. Gençliğini, işsizliğini, en çok da beni bahane ederek, annem istemese de bizi yanlarına almış, evin büyük çocuğu ve küçük çocuğu olarak bize bakmaya başlamışlardı. Annem dedemin sayesinde kasabanın belediyesinde işe başlamıştı. Artık, sabah işe gidiyor, akşam baba evine dönüyor, gönülsüzce edilen sohbet ve hızlıca yenilen yemekten sonra beni alıp odasına çekiliyordu.
Beş sene süren ve pipim sayesinde sona eren o günlerden hafızamda soğan kokulu bir ev, yüksek sesli haberler, bahçedeki salıncak, kapısı gıcırdayan demir kapı var. Eski, soğuk ve kurallarla dolu o ev, akşam olup annemle odamıza çekildiğimizde rengârenk bir lunaparka dönüşürdü. Yatağın üzerinde zıplar, annemin kısa bacaklarıyla tuttuğu yorgandan çadır yapar, küçücük odada ebelemece oynardık. Yatağın üzerine yaydığımız yapbozlar, içindeki çikolatayı bulanın yediği bul karayı al parayı oyunları, kelime türetmece, el kızartmaca, parmak güreşi. Annem ne çok oyun biliyordu, bazılarını ise o anda uydurduğuna yemin edebilirim. Bazı akşamlar yorgun olurdu annem. Belki de Küçük Prens’in dediği gibi kederliydi ama bizlere yorgunum diyordu. Böyle zamanlarda, ışıkları kapatır erkenden yatağa girerdik. Beni göğsüne bastırır, burnunu saçlarıma gömerdi. Perdesinin ardına dek açık olduğu pencereden yıldızları seyrederken, içinde iyilerin, kötülerin, uçsuz bucaksız ormanların, türlü çeşitli çiçeklerin ve mutlaka ak kuyruklu trogonun olduğu masallar anlatırdı.
Dedemlerin yanından ayrılıp her sokağı denize çıkan o küçük şehre gittiğimiz günü hatırlıyorum. Biz evden çıkmadan anneannemin tansiyonu yükselmiş, konu komşu bileklerini kolonyalarla ovalamıştı. Dedem desen gürleyen sesini ömürlük dargınlığına katıp bizden önce evden çıkmıştı. Bunların işe yaramayacağını ikisi de biliyordu, sonradan ben de öğrenecektim. Annem kavga etmez, bağırıp çağırmazdı. Birini ikna etmek için süslü cümleler kurmaz, boynunu bükmezdi. Sadece karar verir, sakince yol alırdı. Bir gece öncesinde dedemlerden önce bana basitçe izah etmişti. “Artık kendi kanatlarımızla uçma zamanımız geldi oğlum. Sen, ben ve ak kuyruklu trogon. Yarın buradan gidiyoruz, yol arkadaşım olmaya hazır mısın?” Gözlerinde, üzerinde uçtuğumuz vadilerin yeşilleri parlıyordu. Gözlerimi kırpıp başımı yumuşak boynuna gömmüştüm. Anneannem ve dedemi seviyordum ama küçücük yüreğimde hissettiğim yuva, annemin yasemin kokulu sıcak koynuydu. Ona güveniyordum.
Birkaç valizle yola çıktık. Uzun otobüs yolcuğunu, ne kadar sürdüğünü hatırlamadığım pansiyon günlerini, emlakçılarda içtiğim paşa çaylarını, sokaklarda uyuklayan köpekleri, küf kokan spotçuları, sonunda yerleştiğimiz küçük, küçücük evimizi hatırlıyorum. Duvarlarını çivit mavisine boyadığımız, pencere kenarlarına konserve kutularından saksılar dizdiğimiz evimiz. Her şeyi birlikte yapmıştık ya da ben öyle sanmıştım. Büyüdüğümü, annemin yol arkadaşı olduğumu hissediyordum.
O sene okula başladım. Annem de mesleği ile alakasız ne kadar iş varsa yaptı. Okulda annen ne iş yapar diye soranlara hep arkeolog ama lokantada çalışıyor, arkeolog ama doktorun yanında çalışıyor, arkeolog ama evde mum döküp onları satıyor dedim. Annem hep çalıştı, annem bana okulda öğrendiklerini masal gibi anlattı, annem benim için yeni masallar yazdı, annem hiç ağlamadı, annem hiç şikâyet etmedi, annem hiç yorulmadı. Pek arkadaşı yoktu, konuşmayı, dertleşmeyi sevmezdi. Tekrar âşık olmadı, tekrar sevmedi, tekrar gülüp eğlenmedi ama çektiği kısa çöpten sonra payına düşen oyunu sanki kendi istemişçesine keyifle oynadı. Ya da öyle göründü. Bütün gün çalışır, evi çekip çevirir, benimle oynar, derslerimi yaptırır, koynunda seve öpe uyuturdu. Yanımdan usulca kalktığında o birkaç saati bir ömür gibi yaşayacağı kendi zamanı başlardı. Hangi müzikleri sever, hangi kitapları okur, hangi filmlerde içlenirdi bilmem. Ben uyanıkken annemin hayatı bendim çünkü.
Onunla ilgili en iyi bildiğim şey ak kuyruklu trogon olmalı. Hani, Güney Amerika’da yaşayan kendi küçük, kuyruğu büyük o güzel kuş. Çok güzel değildi aslında ama annem ondan bahsettiğinde, sahip olduğu tüm özellikler gibi güzelliği de artıyordu. Kendiyle ilgili paylaştığı tek şey belki de bu kuştu annemin. Resimlerini gösterir, özelliklerini anlatır sonralarda internetten bulup telefonuna yüklediği sesini dinletirdi. Trogon’u bilirdim ama annemin aslında pek de özel olmayan bu kuşa düşkünlüğünü anlayamazdım. Anlamaya gerek duymadığım için olsa gerek merak da etmezdim.
Karşısına hangi resim çıkarsa onu güzelce boyardı annem, ne resmi olduğunun önemi yoktu. Orada burada çalıştığı onca yılın ardından adı elbette Trogon olan bir pastane açtı. Okuldan çıkar yanına giderdim. Bugün hâlâ, gözlerimi kapadığımda burnuma fırından yeni çıkmış açmaların kokusu, parmaklarıma metal tabakların hafifliği, damağıma şekeri bol limonatanın tadı gelir. Güzel pastalar yapardı annem. Ama bilirdim ki severek, tutkuyla değil, güzel pasta yapması gerektiği için yapardı. Her işinde, aldığı her nefeste olduğu gibi, belki anneliği gibi. İşini layığıyla yapan bir askerdi o. Görevleri doğru anlar, ikiletmeden, gecikmeden ve tam yapardı. Eğer annemi bu zorunlu askerlikten emekli eden o lanet kuş olmasaydı bunu hiç anlayamayacaktım.
Birbirimize kalın halatlarla bağlıydık annemle. Ben, onun yavrusu, yol arkadaşı, kaderi, hayatı, her şeyiydim. Ya da öyle sanıyordum. Bir dediği iki olmayan çocuklardan değildim. Yoksunluğu, beklemeyi de, sorumluluğu da bildiğim her şey gibi zarifçe öğretti bana. Çok sevdi annem beni. Hiçbir şey bilmiyorsam bundan adım gibi eminim. Gözleri sadece bana bakarken taze bir yonca tarlası gibi yeşillenirdi.
Ben büyüdüm annem yaşlandı. Ayrı olduğumuz o dört sene bensiz ne yaptı bilmem, delikanlıydım, üniversiteliydim. Ayda bir yanına gider yine başımı göğsüne yumardım. Sonra okuduğum üniversitede yüksek lisans yapmaya karar verdim. Hâlâ öğrenci sayılırdım ama artık kendi evim vardı. Aslında annem de benimle kalabilirdi ama onun düzenini bozmak istemediğimden bunu ona teklif etmedim. Hayır, bu doğru değil. Âşık olduğum ve birlikte olmak için henüz ikna ettiğim kızla daha rahat görüşmek için istemedim annemi. Hem yıllardır yurtta kalıyordum, ilk kez kendime ait bir alanım, bir evim olacaktı. Bunu annemle paylaşmak istememekten doğal ne var? Hem istediği zaman gelip gidiyordu nasılsa, daha doğrusu benim ihtiyacım olduğunda. Mesela temizlik yapılması gerektiğinde ya da buzluktaki yemeklerim bittiğinde.
Yüksek lisans bitip doktoraya başladığımda artık araştırma görevlisiydim. Kendi paramı kazanıyordum. Kiramı ödeyebiliyor, ihtiyaçlarımı giderebiliyordum. Anneme destek bile olabilirdim. Ama gerek yoktu sanırım. Ekonomik kriz falan diyorlardı ama annem idare edebiliyordu kendini. Öyle olmalıydı. Zaten evlenmek istiyordum. Gözüm başkasını görmüyor, kalbim karı-koca olmak uğruna canımı vereceğim o kız için dörtnala atıyordu. Annem bu işe çok sevindi ya da öyle göründü. Yıllar sonra dedemlerle görüşmeyi bile kabul etti. Kız isteme merasiminde meşhur konuşmayı dedem yapsın istemiştim.
Düğün hazırlıkları sürerken doktora tezimi yazmaya çalışıyordum. Annem “sen tezine odaklan kalan her şeyi ben düşünürüm” demişti. Öyle de oldu. Müstakbel karımı ve heveslerini anneme yönlendirdim. İki kadın başka şehirlerde de olsa her şeyi organize ettiler. Annem böyle şeyleri sevmezdi ama benimle ilgili her şeyde olduğu gibi bundan da keyif almış olmalıydı. Doktora tezimi verdiğimde ev, eşyalar ve düğünle ilgili her şey müstakbel karımın istediği gibi planlanmıştı. Ben? Benim için fark etmezdi. Bir hafta sonra, artık benim çatısı olduğum gerçek bir yuvam olacak, içinde sevdiğim kadın yaşayacaktı. Hemen olmazdı belki ama baba olmak istiyordum. Çocuk sahibi olunca belki annemden buraya taşınmasını isteyebilirdim. Biz işteyken o torununa, torunlarına bakar, gece bir yere gittiğimizde onları masalları ile uyuturdu. Annem benim gibi “belki”lerin insanı değildi. Öncesini kimsenin bilmediği o sürede kararını verir, sonra da uygulardı. Benden önce davrandı annem. Üstelik belkisiz.
Kafamı tezime, kalbimi müstakbel karımın hayaline gömdüğüm o birkaç ayda annem pastanesini devretmiş, kendini bir süre idare edecek kısmını ayırıp kalanını ev ve düğün masraflarımız için harcamıştı. O hafta sonu bizimle konuşmak için yanımıza geleceğini söylediğinde pek memnun olmamıştım açıkçası. Müstakbel karımla küçük bir hafta sonu tatili düşünmüştük. Annem gelmeye kararlıydı, bir şey diyemedim. Önce bir pastanede üçümüz birlikte kahvaltı ettik. Havadan, sudan, düğünden bahsettik. Sonra baş başa kalmak istedi, evime geçtik. Elinde büyük bir valiz vardı, korkmuştum yoksa düğüne kadar burada mı kalacaktı? Yanılmışım. Annem evini boşaltmış, çiçeklerini komşulara vermiş, eşyalarını satmış, bana ait olanları ise bu valizin içine koyup getirmişti.
“Ben gidiyorum oğlum.” dedi. Düğünümün ertesi günü için alınmış tek gidiş uçak biletini gösterdi. Panama’ya, dünyanın öbür ucuna, benim uzağıma, çok uzağıma gidiyordu. Bir orman sabahı gibi nemli, bir o kadar da taze yeşillerle yüzüme baktı. Başımı yasemin kokulu göğsüne, burnunu saçlarıma gömdü. Bu kez, gerçek bir masalın giriş cümlesini söylüyordu: “Artık ak kuyruklu trogonu bulma zamanı geldi.” Sesi yumuşacıktı. “Beni anlayacağına eminim…”
Anlamıyordum, anlamayacaktım.