Bir ülkenin şiirini anlatmaya çalışmak, aslında öncelikle o ülkenin coğrafyasından, tarihi seyrinden, siyasi geçmişinden, o ülkede yaşayan toplumların çoğulluğundan ve konuşulan dillerden bahsetmeyi gerektirir. Şiirimizde yüzyıllara yayılan kırılmaları görünür kılacak kuşkusuz böylesi bir açıklamadır. Bu süreci bütünlüklü konu başlıklarıyla ‘Cyprianka’’ adlı kitabında değerlendiren Mehmet Yaşın üç kuşak, üç kimlik, üç vatan arasında kalan Kıbrıslıtürk* şiirinin kimlik sorgulamasına 1974 kuşağı şairlerle başladığını vurgular. Şiirinin ve kimliğinin köklerini salt adanın geçmişinde -Fenike, Asur, Yahudi, Arap, Maronit, Ermeni, Roma, Lüzinyan, Venedik, Osmanlı, Türk…- arayan, kendini başka bir ülkeye bağımlı görmeyen, bölünmeyi ve bölünmenin getirdiği görünmezliği reddeden, bütünsel olanı talep eden bir kuşaktan söz eder. Her edebiyatta, şiir çeviri ve derlemeleri, genellikle, yeni arayışlara koşut seyreder. Değişmekte olan poetikalara, yazınsal paradigmalara göre ortaya çıkar ve onu pekiştirir. Ada’daki Türkçe şiirin yanı sıra Elence şiirin de kendini sorgulamasına yol açan genç Kıbrıslıtürk şairlerin, çokkültürlü yeni bir ‘Kıbrıslı Şiir’ yaratabilmek amacıyla, eski Kıbrıs’ın çokdilli şiirine el attığı söylenebilir. (age, s.18) Bu kuşağın birleştirici görüşlerini benimseyen genç şairlerden biri olarak, yazı boyunca Ada’daki Türkçe şiirin dinamizmini ve öngördüğüm seyrini sezgisel olarak açımlandırmayı deneyeceğim.
3000 yıllık şiir geleneği, adada şimdiyi de içine alıp, bölgesel sınırları kaldıran bir algıya doğru genişliyor. Dünyaya, kendimize evrensel birer kimlik kurguladığımız, çokdilliliği ve çokkültürlülüğü içinde barındıran edebî mekanlardan bakıyoruz. Kuşak çatışmalarınının ve eril olanın öncelendiği zamanın ötesindeyiz. Aktüel zamanla geçmişin buluştuğu, muhtemelen cinsiyetsiz bir(den çok) yazarın cinsiyetsiz karakterler kurguladığı bir kurgunun içerisine doğru evriliyoruz. Şiirin tek bir doğru üzerinden sürdürülemeyeceğinde akıl birliği yapan, mesafenin de geçirgenliğin de ayırdında, bir üst kurgu!
Kişinin dünya görüşünü olumsuz yönde etkileyecek yanıltıcı tarih bilgisiyle büyümeyi reddedip, gerçek tarihi şiirin/sanatın saf evreninden öğrenmeyi seçerek kendimize yeni bir terminoloji yarattık, yaratıyoruz. ‘Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olamaz.’ diyen İngeborg Bachmann’ın dil bilincini genişletiyoruz zihnimizde. ‘Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek…’
Yaşanmasını arzu etmediğimiz her türlü yıkımın karşısına iç ve dışın birbirine nüfuz ettiği, bireysel kodlarla genişleyen, sınırları eriten bir şiir bırakıyoruz; doğurgan ve cüretkar. En büyük açmazı antroposen çağın müsebbibi bencil insanla yaşıyoruz. Yıkımın geri dönüşümsüz yaşandığı yeryüzünde, gözünü iktidardan ayırmayan kötücül eşlikçilerle.
Toplumların düşünsel hayatına dille yön veren şiir, her türlü ayrımın yok sayıldığı alternatif bir yaşantı önerir. Tıpkı doğa gibi! Hayal edilen bu yaşantıya koşut olarak süregelen muhafazakar, bölen, yıkan, yok eden tüm söylemler/üretimler/ yönetimler nicel olarak üstün olsa da, sanat ve evren nitel olanla varlığını devam ettirecektir. Nitel olan cesur ve yapıcıdır. Şiir yapıbozuma uğrattığı dille, düşünceleri ve nihayetinde davranışları etkileyen bütünleyici alanlar önermeye devam edecektir. Bu yaşantı Kıbrıs için de geçerlidir. Şiirin böylesi bir döngü ile çalışan çarklarına adadan verebileceğim en isabetli örnek, Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği’nin insanları kimliklerine göre tasnif etmeyi yıllar önce bırakışı, bu yıl biri Türk biri Rum iki kadın eşbaşkanla sanatsal faaliyetlerini sürdürmesi ve diller (Türkçe- Rumca) arası kültür akışını hızlandıracak olan çeviri faaliyetlerine gerekli özeni göstermesidir. Ortak yaşantıları olan toplumların, varlıkları aynı anlam dizgesinde okuması kaçınılmazdır. Konuşulan ve yazılan dillerin farklı oluşu dahi bunu engelleyecek güce sahip değildir. Neredeyse her evin bahçesinde var olan ve barışla ilişkilendirdiğimiz yasemin iki toplum için de aynı kokuyu, aynı metaforik anlamı taşır. Böylelikle Kıbrıs’ın kültür kodlarının çoğulluğu küçük diyebileceğimiz adanın sınırlarını önce kendi içinde aşmakta, sonra da onu sarmalayan deniz imgesiyle dünyaya doğru genişlemekte ve yazılmakta olan şiiri merkez noktaya taşımaktadır. Ada’nın şiir geleneğini erotik bir tınıyla, inkar etmeden, dönüştürerek yeniden yaratmaktadır. Bu noktada şiiri sözcüklerin erotizmi olarak tanımlayan Octavia Paz’ı aklımızda tutarak 1970 ve sonrasında doğan Kıbrıslıtürk şairlerin dizelerine bakmayı deneyebilir ve bu yolla vurgulamaya çalıştığım sezgisel alana yaklaşabiliriz:
Kâbe’nin taşı gibi/ kararıyor yüreğim/ başkaları öptükçe oralarını
Jenan Selçuk, Kısa Şiirler 48
Burnukapanlardan öğrendim rulo dilimi açıp ufak şeyler avlamayı/ Bokböceklerinden öğrendim yuvarlamayı// Hatırladım/ ‘Kaçamam diye derimi kabuk yaptım, ev yaptım/ meğer kabuktan evden bir tabut yaptım,’/ diye ölürken türkü yakan kaplumbağayı.
Rıdvan Arifoğlu, Hayvani Bakış
solungaçları, yosunları, kabukluları, kemiklileri ve tüm memelileri dinledim/
süründüm, yürüdüm, yüzdüm, neden hep kanat yerlerimde kabuk değiştin?// o kuş öldü O’o/ nereden geliyor hâlâ sesin?
Nafia Akdeniz, Çağırmak
senin merdivenin, barok odaların, yeşil lekelerin var Graben’de/ sana bakma bahsine çalışırım, gözbebeğine/ yerleşen mavi çepere/ çalışırım ve de bir urgana şah damarımdan daha yakın// kanımın inceldiği yerden yükselir bulut piramidi/ dokuz melek ey sen der dünyanın hangi sonundan gelen!
Emel Kaya, Veba Sütunu
ölü kuşlarla aynı odada uyuduğumu/anlatmadım kimseye/ ardıç ektim, orman düşleyen çocukları bekledim// göğe sığamayışlarını anlattım/ yankıyan boşluğa// kuş hafızasıyla geçtiler kayıtsız yüzlerden
Fatoş Avcısoyu Ruso, Göğe Sığamayan
Bu nar ne kırmızı!/ Ne çekici dalında!/ Çatlayınca dağılan taneler/ aklım fikrim düşüncem/ çocukluğuma inen hançer./ Ben parçalanmak için doğdum/ böyle tek parça.
Aliye Ummanel, İç 1.
avlumda çekirge/ 50’li yıllardan kalma/ dişil dürtülerin anaç örtülerle kapandığı/ yaraları kestirdim ona/ yorulunca izin verdim/ konakladı omzumun hışmında// mırladı yüzümün köşesindeki kedi/geçmişimde kum/ tırnak izleri geçiyor kilometre hesabıyla
Dervişe Güneyyeli, Ev
nefesimi iğne deliğine geçirip/ parçalanmış geceyi dikiyorum/ üfleseler/ düşecek yıldızlar rüyalarımdan// öpüştüğüm Rüya Yiyici’de kalıyor dudaklarım/ çığlığımı alıyor/ ikiye katlıyor/bağıramıyorum
Halil Karapaşaoğlu, Rüya Yiyici: Tipik Bir Cinayet Serisi
ama ben/ biçimsiz bir kuğunun aklı ile dolaştım/ kaç toplantı sona erdi böyle/
o incecik hamur katmanları/arasında// içeriler/ sıcağın görüntüsüz eğlencesiydi/
kanatları sıkışan meleklerden biri/ onu bizim için getirdi
Ruhsan İskifoğlu, Tepeleme
İki yumurta kırdım üstüne geçmişimin/ Oturup afiyetle yedim// Üstümü çıkardım//
Islattım göğüslerimi, sabunlayıp yıkadım/ Gittim bir tele astım// Günbatımı aldım telden/ Yerine taktım
Senem Gökel, İki yumurta kırdım üstüne geçmişimin
şıp/ şıp/ şıp/ şıp/ şıp// ipek- tokası süzülür/ çiçek-desenli komşu tabağına/ küçük angelika’nın// ve yutar paslı sessizlik/ koyu çığlığını/ kuyu- insanlarının
Hüseyin Bahca, Musluk
sen, yine de asılı bırak ritmini/ ve iki leopar bağışla iki yanıma, eski bir çağ/ beni sadece bir tanrıça heykeli olarak/ düşündüğünde
Tuğçe Tekhanlı, Senfoni
Dili yeniden üretebilmek kuşkusuz dil hakimiyetinin ilk ve öncül koşuludur. Dilin mekanla ve şairin ilkel benliğiyle kurduğu ilişki her bireyin bağlandığı kolektif bilinci işaret etmektedir. Kolektif bilinç yaşamla ölümün eşitlendiği, iç deneyimin başladığı yerdir. Tüm kavramların, duygulanımların, düşünce dünyasının, zamanın ve mekanın aynı erotizm içinde eridiği, merkez ve çevrenin kullanımdan kalktığı bir yer! İçerisinde yüzyıllardır görmezden gelinen -öteki- dillerin, kültürel kodların, yaşam alanlarının, öznelerin kabul edildiği; etnik ayrımcılığa zemin olan düşünce sistemlerinin kalktığı, en geniş anlamıyla bütünleyen bir ‘Kıbrıslı şiiri’! Bunun hayali bir tanımlamadan öteye gitmeyeceğini düşünenler elbette olacaktır. Günümüzde telaffuz ettiğimiz pek çok kavramın aslında hayali olduğunu düşünürsek -Mehmet Yaşın’ın önermesi olan üveyanadil kavramının anadil’in gerçekliğini bertaraf etmesi buna örnek olarak verilebilir- görmezden gelinenin görünür kılınması, ziyadesiyle gerçekçi olacaktır. Kıbrıslıtürk şiirinin en önemli yapı taşlarından biri olan Fikret Demirağ’ın ‘Aşkın Kaygan Pistteki Son Dansı (mı?)’ şiirinin son dizesi, anlam genişlemesine uğrayarak bize geleceği müjdeliyor olabilir:
‘Şiir’in vakti çoktur. Bekler.’
Hayal edilen bütünlüklü şiir alanının daha iyi kavranabilmesi için Kıbrıslırum şairlerin şiirlerine de aynı sezgisel duyuşla bakmamız gerekmektedir. Bu başka bir Ada yazısının konusudur. Dilleri/kültürleri/ toplumları birleştiren çeviri, içinde bulunduğumuz çağın en güçlü buluşma ağıdır. Bu ağın işlevselliği -bölünmek istenilen- adayı birbirine bağlamaya devam edecektir. Görünür olmayan veya merkez olarak nitelendirilen ülkelerde yayımlanan dergiler ve düzenlenen çokdilli/ çokkültürlü şiir festivallerinin çeviri ile üstlendiği evrensel işlev, kendini şu anda çevrimiçi olarak devam ettiriyor. Teknolojinin insana sunduğu, sınırlı mekanlardan çıkış yolları yeni bir gelecek öneriyor. Dengeler değişiyor. Zihinlerdeki sınırlar kalkıyor. Şiir kendi bedenine farklı disiplinlerin nüfuz etmesine izin vererek, şairine yeni ifade şekilleri sunuyor. Dile yerleşen kavramsal kalıplar ve alışılmış imgeler silikleşiyor. Bu döngünün yaşandığı Kıbrıs’ta da Türkçe şiir, genç şairlerle lirizmi kaybetmeden ekolojik bilgi ve varlık bilinci ile birleşip, deneysel alanda gezinerek yeni imgelerle kendine yeni mekanlar ve imkanlar üretmeye devam ediyor.
*Yazı boyunca birkaç kez kullandığım ‘Kıbrıslıtürk’ ifadesi kimlik sorgulaması yapan 1974 kuşağının, ırksal ayrımı görünür kılan ‘Kıbrıs Türk’ ifadesine karşı önerdiği bir kullanımdır. ‘Kıbrıslıtürk’ ifadesinin içinde barındırdığı ideoloji ise ulaşılmak istenilen bütünleyici bir ‘Kıbrıslı kimliği ve ortak vatan’dır!